8 Ekim 2013 Salı

"NEREDE O ABİDİN?"

Bulutlardan fal tutmak için uygun bir sabah…
Masmavi gökyüzünü bembeyaz pofuduk bulutlar kaplamış. Bazıları öyle yoğun ve dopdolu ki, yeni yürüyen bir bebeğin poposundan çişli bir bez nasıl sarkarsa öyle sarkıyor gökyüzünden. Sert rüzgarın etkisiyle dağılıp dağılıp yeniden toparlanıyorlar başka şekillerle. Sanki bir çocuk eli bir avuç bilyeyi atıyor ve başka bir el beğenmeyip topluyor ve tekrar atıyor bilyeleri.
Çok fazla fal tutulabilir ama dilekler yazılmaz bu gelgeç bulutlara…
Şehrin plajlar bölgesinde artık terkedilmiş şezlongların, kumsalların, kahvelerin mahzunluğunu gidermeye çalışır gibi, birkaç kişi, denize giriyor. Bu durum bir çeşit eylemsizlik prensibi ispatlama girişimi gibi. Yani yazın devam etmesini istemelerinden ya da bittiğini kabul etmek istememelerinden kaynaklanan bir duygu durumu. Olmuyor ama. Denize girince serinleyip, denizden çıkınca güneşle yapılan sıcak sevişmelerin mevsimi bitti.
Yaz bitti…
Sonbahar da iştahlı iştahlı geldi bu sene. Bebeğin poposundan sarkan bez fena halde karardı. Gerçek sert ve kayıtsızdır. Siz yokmuş gibi davranabilirsiniz ama o önünde sonunda kendini gerçekleştirir. Tutacağınız falda karanlık var. İşte gerçek rüzgarın kanadına tutunmuş bir yağmur damlası şu anda benim için. Yağmur eylül kadar iştahlı. Damlalar sık ve iri. Burada daha fazla oturamayacağım için kahvenin kapalı bölümüne geçiyorum. Camların ardından bakıyorum artık olan bitene.
Keşke insan her zaman, gerçekle arasına bir engel koyabilse.
Havlularına sarınıp kaçışan insanlar, çimenlere serdikleri örtüyü başlarına çekip korunmaya çalışanlar, açık birkaç şemsiyeyi kapatmaya koşan görevliler. Etraf birdenbire pazar yerlerine yakışır bir karmaşayla doldu. Birkaç sabahtır buraya, denize bakarak gözlerimi maviyle boyamaya geliyorum. Ama bulutlar denizi hangi renge boyarsa o renge boyanıyor gözlerim. Bazan gümüşsü beyaz bazen bulanık bir gri bazen de renksiz bir su oluveriyor önümde şıpırdayan deniz.  Komşu yarımkürede eylül deyince ne gelir acaba insanların aklına? Bizim eylülümüz coşkulu bir boşvermişlikle içiçe geçmiş bir yazın sonu olduğu için mi bahtsızdır böyle? El ayak çekilir sokaklardan. Onların yerini sert rüzgarlar ve yağmurlar alır sanki. Sessiz sedasız, mecburiyet dolu bir yer değiştirmedir bu. Küskünlük yüklüdür biraz. İnsan kendini itilmiş, terkedilmiş ve karamsar hisseder. Önünde uzanan sonbahar ve kış aylarının yorgunluğu biner omuzlarına.
İşte bunları düşünüyordum, oturmuş, o kadın “Nerede o Abidin?” diye bağırarak kahveye girdiğinde. Yakınımdaki masalardan birinde oturmakta olan garson çocuklar, sadece gülümseyerek bakıyorlardı kadına. Kadınsa cevap bekleyen, ciddiyet yüklü bir duruşla bekliyordu öylece. “Söyleyin bana yahu, nerede o?” diyerek yineledi kadın sorusunu.  “Ne yapacaksın Abidin’i  bulunca” diye sordu çocuklar gülüşerek. Açık saçık bir küfürle ne yapacağını söyledi kadın. Sarı saçlı, bakımlı, iri yapılı biriydi. Belki altmışının üstünde ve hala güzel. Kendi ağzından çıkanlara o da güldü ama sonra yine ciddileşerek sordu Abidin’in yerini. Garsonlar bir süre kendi aralarında sohbete devam ettiler. Gözlerimi kadından alamıyordum. Ayağını hiddetle yere vurduduktan sonra  “Söyleyin hadi, bekletmeyin beni burada” dedi. Garson çocuklardan biri kalktı, usulca kadının koluna girdi ve onu “Gel bir çay iç, gelir belki birazdan" diyerek, uzaktaki bir masaya oturttu. Usluca gitti kadın. O usluluğa mı yoksa az önceki çılgınlığa mı daha çok üzüldüm, bilemedim. Bu gidişi fırsat bilip şaşkınlığımı gizlemeden, çocuklardan birini çağırdım. Sordum. Dedi ki; “Bu abla tırlatmış abla. Abidin kocasıymış abla. Şurada bir yerde oturuyorlar, arada bir evden kaçıyor. Birazdan gelir alırlar bunu.” Eee dedim “Abidin’e ne olmuş?” “Abla sen de bu deli gibi, ne bilim ben Abidin’i, çay içer misin?”
“İçmiyorum çay may” deyiverdim.
Canım sıkıldı çok. Abidin’in öyküsüne mi yoksa anlatan çocuğun duyarsızlığına mı daha çok yine bilemedim. Benim durumum hep böyle. Neye daha çok üzüleceğimi bilemem zaten. Şimdi burada oturmuş, mevsimleri düşünürken, ömrünün eylülünü yaşayan bu güzel kadının neden bu halde olduğunu düşünmek zorundaydım artık. İnsanların, ilişkilerin de bir eylülü vardı elbet. Denizin suyu gözlerimi koyu siyaha boyadı bugün.
Yaz sıcaklığını, sarhoşluğunu, başıboşluğunu coşkusunu alıp gitti… Sıradaki mevsim sonbahar.
Bir eski zaman şarkısı takıldı dilime. Buruktu tadı. “Körfezdeki dalgın suya bir bak göreceksin/Geçmiş gecelerden biri durmakta derinde/ Mehtap…İri güller…Ve senin en güzel aksin…/ Velhasıl o rüya duruyor yerli yerinde”
Yaz, rüya, aşk, geçmiş, sonbahar, gerçek…  Hepsi şairin o üç noktasında saklı işte.
Ah Abidin... Sahi, nerede o Abidin?


2 Ekim 2013 Çarşamba

MAHFUZ'UN MISIR'I

Toprağının kokusu yazısına sinmiş yazarlardandır Necip Mahfuz. 

Tasvir ettiği kahvelerin içindeki tütsü kokusu tüter cümlelerinden. Şehrinin sokakları, kahveleri,evleri ve insanlarının düşünceleri, duyguları edebiyatının temel taşını oluşturur. Karakterlerini sever, sevdiğinden olsa gerek her biri okurun da yüreğinde ayrı ayrı yer eder. Onları Kahire’nin farklı renk ve çizgi taşıyan yerlerinden alıp ustaca işler. Mahfuz’u dünyaca okunur kılan da kuşku yok ki, yereli evrensele taşıyabilen bu ustaca işleme becerisidir. Kitaplarının her biri, yazıya olan aşkı kadar memleketine duyduğu aşkın ilanı gibidir. İçinde yaşadığı toplumun derdiyle dertlenen yazarların soyundandır o.

Bana bu yazıyı yazdıran kitaplar 1950'lerde yazdığı Kahire Üçlemesi… 

Kahire Üçlemesi adı altında toplanan Saray Gezisi, Şevk Sarayı ve Şeker Sokağı Mahfuz’un iki dünya savaşı arasında Mısır‘ın siyasi ve sosyal açıdan değişen yüzünün yansıması. Abdülcevat ailesi, ülkelerinin sancılı geçen kabuk değiştirme sürecinde yaşayan Kahire’liler. Ahmet Abdülcevat, gezmeyi, eğlenmeyi, içkiyi ve güzel kadınları hayatının merkezine koymuş bir tüccar. Aile reisi olarak ise islamın ve islam etkisiyle gelenekselleşmiş davranış kalıplarının dışında hiçbir yaşam şekline izin vermeyen birisi. Kafes arkasında hayatını geçiren eşi Emine, toplumun ve diğer tüm etkenlerin kocasına,erkek olması sebebiyle verdiği, sınırsız hakların destekçisi. Şikayet etmez, sorgulamaz. Babanın despotlukları çocukların her birinin kişiliği üzerinde farklı etkiler yapsa da, kendi kişiliklerini istek ve arzularına göre şekillendirme çabaları, babalarına duydukları saygı, sevgi ve korku karışımının etkisinde sürecektir. Ahmet Abdülcevat’ın çocukları tıpkı özgürlüğünü arayan Mısır gibi, değişik esen rüzgarların etkisiyle şekillenip, başka başka fikir ve davranışlarda kök salarak büyüyeceklerdir.

Mısır’ın bu döneme denk gelen siyasi iklimi oldukça sert. Krallık, özgürlük ve bağımsızlık için mücadele verenleri arkasına alan Vafd partisi ve İngilizler arasında geçen sürekli bir denge oyunu siyaset. Zaman zaman ikili ittifakların menfaat hesaplarıyla kurulduğu, özgürlük düşlerinin ayak oyunlarının, çıkar hesaplarının altında ezildiği zor yıllar. Bir tafafta bilimi, özgür düşünceyi, okumayı, yazmayı önemseyen Mısır’lı aydınlar, diğer tarafta sosyal yaşamın, adaletin ve diğer gerekli her şeyin tek başvuru kaynağını kutsal kitap olarak kabul eden radikal islamcı gruplar.

Şimdi, Mısır’a nereden bakmalı? Medyanın göstermek istediği yerden mi, kalemi eline geçirenin kendini sosyolog ya da siyasetçi sandığı yazılardan mı? Mahfuz’un sızlayan kelimelerinden mi?

Sağ elini kullanamaz hale geldiği, görme ve duyma yetisini kaybettiği bir köktendici saldırıya uğradığında, bu saldırıyı gerçekleştiren kişi için “Saldırgan hakkında ne düşünmem gerektiğini bilmiyorum, şüphesiz efendileri onu kitabımın İslam’ı aşağıladığına ikna etmişlerdir. O yalnızca itaat ediyordu. Yetkililere yaptığı açıklamalarda kitabı okumadığını doğruladı.”  diyen Necip Mahfuz, insanı şekillendiren etkenlerin, iyiliklerin ve kötülüklerin, günahların ve sevapların, istek ve arzuların kökenine insan olma halini merkeze koyarak iner. Sonuçları sebeplerinden ayrı düşünmez. 


Ve ülkesinde laik bir devletin kurulacağı günün umudunu hiç kaybetmez.  


Saray Gezisi,527s.,Hitkitap
Şevk Sarayı,448s.,Hitkitap
Şeker Sokağı,327s.,Hitkitap

29 Haziran 2013 Cumartesi

80'LERDEN "GEZİ"YE...

“Yüreğin ürperir kapı çalınsa”

Bıyıklı bir adamın resmi var kasetin kapağında. Söyledikleri şarkı değil, türkü değil. Nereye koyacağımı bilemiyorum o yaşımda. Çok seviyorum sazını sözünü. 11-12 yaşlarımdayım. Son çocukluk ve ilk gençlik yıllarım 80’ler. Gözünü yasaklara açan kuşağın içindenim yani. Bıyıklı adam Zülfü Livaneli. Benim 80’lerimin sesi. Baskının ve yasakların iyice içe döndürdüğü yaşamımızda, yakın akraba ve dostların buluştuğu küçücük odalarda bir ayin gibi söyleniyor dinleniyor bu şarkılar. Hele bir tanesi var ki  bir yiğidi bir aslanı anlatan söyleyeni de dinleyeni de yüceltiyor sanki. Sokakta, arkadaşlarla paylaşmak, dinlediğinden söylediğinden bahsetmek yasak. Niye?

 “Esmeyen yelinden hile sezerler”  çünkü.

Korkunun sinsice yüreklere yerleştiği yıllardı onlar. Düz bir çizgiye dönüşmekteydi yaşam hızla. Yalnızlaşma, sessizleşme, tepkisizleşme. Öfkelerin, çaresizliklerin, pişmanlıkların yorgunluğu insanların gözlerinde. Mahallede kaç tane abla ağabey vardı üniversitede okurken “olaylara karıştığı” gerekçesiyle “içeri”de olan? Kaç tane öğretmen vardı derneğe üye olduğu için sürülen daha da olmadı “içeri atılan”? Ne kadar çok ana-baba vardı, çocuklarının başı daha fazla derde girmesin diye, gecenin bir vakti, çuvala doldurdukları kitapları gömmeye ya da yakmaya götüren. Ama polise yakalanmadan. Yaşına başına, komşuluğuna akrabalığına bakmazlardı kişinin, sorguya alırlardı hemen. Çocuğu devlete başkaldırmış eşkiyaların ana-babalarıydı onlar, içten içe destekleyenlerinin bile başı önünde,eğik. Evlatlarının başlarına gelenlere mi üzülsünler millete laf mı anlatsınlar bilemediler. İdam haberi bekleyip müebbete sevindiler. İşte öyle,

“Harcanıp gidiyor ömür dediğin”

Şimdi çok şükür ki TRT-1 de 80’ler diye bir dizi var. Türk halkı izliyor beğeniyor. Tüm yaşadığımız olumsuzlukları merdaneli çamaşır makinasıyla romantik şarkıların arasına sıkıştırmış yok etmiş. Ne güzel!!! “12 Eylül yargılansın” “Sebep olanlardan hesap sorulsun” diyenlerin bile eleştirecek bir yan bulamadığı bu dizi toplumsal bellek dönüştürme ya da yeniden yapılandırma operasyonu gibi bir şey belli ki. Köşelerinde ya da programlarında, her melaneti 12 Eylüle bağlayıp ter ter tepinenler bile nemli bir duygusallıkla izliyor bu diziyi. Anne, baba, çocuklar,komşular, bayram seyran, tencere tava, düğün cenaze tamam da, o sağcı solcu genç çocuklar da bizim ülkenin 80’lerinden mi? Ya mahalledeki bekçi, polis, karakol çalışanları? Yoksa ithal mi ettik onları bir yerlerden? 90’lar silgisiyle 80’leri silip, 2000’ler kalemiyle yapılan eklemeleri sindirmek mümkün değil.  Dizide mahallenin karşıt görüşlü iki genci aynı koğuşta yanyana yattılar. Sanırım birer ay arayla da çıktılar dışarı. Orada dost oldular. Özgürlüğün kıymetini anladılar. Mahalleye dönünce de bir daha hiç kavga etmediler, anarşistlik yapmadılar. Gökten de üç elma…. Gökten düşen elmaların sayısını bilmem ama bir tanesi kesin MİNT yapımın başına düşmüştür.

Bizlerin, göklerden elma düşmeyen gerçek dünyalarımızda olaylar şöyle gelişti: Gençler düşünmenin, düşündüğünü söylemenin, düşünce yönünde örgütlenmenin bedelini ağır ödediler. İçeride sadece bazı dostlarını değil, ruh ve beden sağlıklarını da bıraktılar. İşkence altında işlemedikleri suçları kabullenenler vardı. O gençlerden hayatları bir daha asla yoluna girmeyenler oldu. Nedense, herşeyden çok, dışarıya çıktıklarında yerinde yeller esen kitapları için ağlayanlarını da gördüm. Yok ama yok bizim ülkede değil, başka başka yerlerde...

İşte böyle bir havayı soluyarak büyüdük. Hissetmek çok sinsi bir şeydir. Siz isteseniz de istemeseniz de hissedersiniz, hele de çocuksanız. Korkuyu yüreğimizin en derininde hissettik biz. Yaşananların, anlatılanların, fısıldaşılarak konuşulanların yarattığı havadaki tekinsiz bulutlardan üzerimize yağan çiselerle serpildik büyüdük. Biz bir önceki neslin yaşadıklarından sinmeyi öğrendik. Sonra sistem, sistemli bir şekilde bizim sinişimizi normalleştirdi. Yalancı baharlarınkine özgü, tez açılıp tez solan, hak ve özgürlük çiçekleri tutuşturdular elimize. Onları koklayıp derin uykulara daldık. İyi de oldu. Böylece çocuklarımıza hiçbir şey anlatmadık. Yaralarımızı, korkularımızı aktarmadık. O çocuklar da şimdi parklarda “Gezi” ye çıktılar.

Bellekleri temiz, ruhları yarasız beresiz. Kendileri yazıyorlar manifestolarını bir önceki nesil değil. Biz uyurken onlar büyümüş.

Demokrasi de korku gibi direniş gibi öğrenilebilir bir şey. Bir ağaçtan yola çıktılar.

 “İnsanız dedik hala vazgeçer miyim söyle bana”  diyorlar.

Bugün ağaç yarın orman öbür gün ülke sonra dünya. Hakça, adaletli, özgür bir dünya için...



28 Şubat 2013 Perşembe

KELEBEĞİN RÜYASI VE YÖNETMENİN ETEĞİNDEKİ TAŞLAR



Film günüydü bugün. Filmin adı “Kelebeğin Rüyası”…

Vizyon tarihinden önce başlayan tanıtım süreci boyunca ve sonrasında Kelebeğin Rüyası’yla ilgili haberleri takip etmeye çalıştım. Çünkü filme konu olan, yapıtları günümüze ulaşamamış iki şairin hikayesi ilgimi çekti. Garip akımının destekçisi ve takipçisi Zonguldak’lı iki şair; Rüştü Onur ve Muzaffer Tayyip… Basında filmin, bu iki şairin hayatlarının kısa bir bölümünün alıntısı olduğu yazıldı çizildi. Okumaya olan merakım izlemeye olandan daha güçlü olduğu için izlemeden önce biraz bilgi edinmek amacıyla okumayı seçtim. Rüştü Onur’un ölümünün ardından Salah Birsel tarafından yayına hazırlanmış şiirlerini ve mektuplarını içeren kitap, Sel Yayıncılık’tan tekrar basılmış. Mustafa Tayyip Uslu’nun şiirlerini ve birkaç tane yazısını içeren kitapsa Yapı Kredi Yayıncılık’tan çıkmış. (Yayınevlerinin elinde, böylesi kıymetli başka kopyalar varsa, filmi yapılmadan, az sayıda da olsa basmaları güzel olurdu. Sonuçta herşey para değil. Misyon olarak edebiyata hizmet nerede kaldı acaba?)

Bu iki şairin, hayata bakışlarına, şiire olan sevdalarına hayran kaldım. Buradaki sevda sözcüğünden kastım, şiir yazmak kadar, iyi şiir üzerine düşünmeye, kavga vermeye, eskinin yerine yeniyi getirmenin tüm zorluğuna rağmen inatla bildikleri yolda yürümeye varan bir sevda. Yirmili yaşlarının ortalarına varmadan bu dünyadan ayrılmak zorunda kalan bu genç şairler için üzüldüğüm kadar türk şiiri için de üzüldüm.

İşte böylesi bir duygu ikliminde başladım filmi izlemeye.

İlk görüntüleri algılamam biraz uzun sürdü. Gerçi görüntülerin öncesinde iki satırlık bir yazı vardı ama olanı  açıklamaya yetersizdi. Bu kareler 1940’larda kömür madenlerinde çalışan köylüleri anlatıyordu. Doğrusu şu ki,bu bölümü filmin bütünlüğü içerinde bir yere koyamadım. Çünkü bizim şairlerimiz, o maden ocaklarında memur olarak çalışmaktaydılar ve filmin geri kalan hiçbir noktası işçiler üzerine kurgulanmış değildi. Zaten bu maden ocakları bölümü filmin ilk yarısından sonra bir daha konu edilmedi. Yılmaz Erdoğan ( senarist ve yönetmen) filmin ana çizgisinden sapmak uğruna mesaj kaygısına düşmüştü sanırım. Çünkü bu köylüler savaş nedeniyle çıkarılan 2. Mükellefiyet Yasası (İlki Osmanlı döneminde çıkarılmış) gereği, madenlerde zorunlu olarak çalıştırılıyorlardı. Başlarında jandarmalar vardı. Sadece iki satırlık yazı ve ardından nazi kamplarını andıran görüntülerle verilen bu durum bana tek partili dönemi hedef göstermekten başka bir işe yaramamış gibi geldi. Aynı birilerinin, dönemin ruhunu kavramadan, iyice araştırmadan sadece saldırı amacıyla yaptığı, “bunlar camileri ahır yapıp hayvanlarını soktular” demesi ya da bilimsel araştırmaları kürsüye “bunlar türklerin kafataslarını ölçtüler” diyerek taşıması gibi.  Çünkü 2. Mükellefiyet yasalarının altında, maden işletmelerinin Fransızlardan alınıp devletleştirilmesi ve savaş sebebiyle kömür rezervlerini artırma çabası vardı. Ne tek parti döneminin politikalarını savunuyorum ne de insanların uygun olmayan koşullarda zorla çalıştırılmalarını. Ama, iki şairin hayatı üzerinden, hem de bu hayatlara hiçbir şekilde değmeyen bu durumu filmin içine sokup, siyasi mesaj verme çabasını da hiç doğru bulmadım.

Film şairlerin hayatlarıyla birebir örtüşmüyor. Olabilir. İzleyecek olanlar bunu gerçek ve bire bir yaşam öyküsü saymasınlar diye söylüyorum. Ayrıca bir dönem filmi olarak değerlendirilebilmesi için de eksikleri var. Görsel detaylar ustaca düşünülmüş ve dönemi yansıtıyor ama diyaloglar aynı derecede özenli değil. 

Filmin başlangıç noktası, iki şairin de aynı kızı beğenmesi. Olay örgüsü de bu tema üzerinden kuruluyor. Bir oyun olarak başlayan iş, Muzaffer Tayyip için büyük bir aşka dönüşüyor. Burada bir zengin kız-fakir oğlan aşkı bağımsız bir şekilde yol almaya başlıyor. Diğer tarafta Rüştü’nün senatoryum günleri ve başka bir aşka yelken açışı var. Bu tema çokluğu yer yer filmdeki ritmi bozmuş, akışı yavaşlatmış. 

Yılmaz Erdoğan, sinema dili ve gözü olarak sevdiğim yönetmenlerden. Rüştü Onur ve Muzaffer Tayyip’in yaşamlarından yola çıkarak kurguladığı bu film, keyifle izleniyor. Filmlerinde izleyenleri, kahramanlarının duygu dünyasının içine alma başarısı her zaman yüksek. Yüreğe dokunan öyküler kurmayı başarıyor. Yine bu filme dönersek, zaten, bir taraftan şiirle yaşayan ve edebiyat dünyasında bir yer edinmek için uğraşan, bir taraftan da veremle savaşan bu şairlerin hayatları başlı başına duygusal bir öykü. Yönetmenin gözünden hikaye, yer yer gerçekten uzaklaşsa da, güzel bir öykü olarak perdeye yansımış. 

Oyuncu seçimlerine diyecek söz yok. Rüştü Onur’u oynayan Mert Fırat, çok iyi bir oyunculuk sergilemiş. Muzaffer Tayyip rolündeki Kıvanç Tatlıtuğ ise bence oyuncu doğanlardan. Muhteşem bir oyunculuk onunki. Dizilerin sıradanlaştırdığı yüzleri perde de böylesi çıkışlarla izleyebilmek çok keyifli. Belçim Bilgin(Suzan), o rol için artık geçmiş olan yaşına rağmen kusursuz. Ama Behçet Necatil rolünü kendine ayıran Yılmaz Erdoğan keşke başka bir oyuncu seçseydi iyi olurdu derim. Çünkü ortaya çıkan kişi, içine Yılmaz Erdoğan girmiş bir Behçet Necatigil olmuş. Şairlerin hocası olarak görmem gereken Behçet Necatigil’i BKM’nin hocası Yılmaz Erdoğan olarak gördüğüm sahne sayısı çok fazla. Sanırım bu hoca rolünü kendisi için yazmış.

Tüm bu eleştirilerin ardından, Erdoğan’ın teşekkürünü de ihmal etmemek lazım. Çünkü bu şairlerin izini sürüp gün ışığına çıkarma gayreti teşekkürü hakediyor.( Keşke daha az mesaj kaygısı taşısaydı.) Çünkü ikisinin de ölene kadar en çok istedikleri şey bir kitaplarının olması, ya da en azından bir dergide bir şiirlerinin çıkmasıydı. Onlar, birileri onları görsün ve yaptıkları iş üzerine konuşsun istiyorlardı.
 
Bu hayata erken veda etmek zorunda kalan şair adamların mektuplarını ve şiirlerini okumalı. Okumalı çünkü, gerçek aşk onların şiirinde gizli. Her şey “şiirin bahanesi”.  Yazı perdeden güçlüdür, her zaman… O yüzden, iyi okumalar...

Rüştü Onur, Salah Birsel, Şiirleri-Mektupları- Ardından Yazılanlar, Sel Yayıncılık, 125 s.
Muzaffer Tayyip Uslu, Şimdilik, Şiir, YKY, 77 s.






8 Şubat 2013 Cuma

İZLERDE GEZMEK



Benden önce kimler geçmiştir bu yollardan… Neler yapıp neler düşünmüşlerdir… Nasıl yaşamışlardır yüzyıllar boyu kimbilir… 

Bazıları için gezmek başka ayak izlerinin üzerine basarak yepyeni yolculuklara çıkmak, kendileri için kurduğu düşleri gerçekleştirip geri dönmek olabilir. Bir sırt çantasına sığdırdığı merakları ve heyecanları yüklenip cevapları aramaya koyulmak, çocuksu bir gezginci haline bürünmek, olayın kendisi haline dönüşebilir. O zaman artık baktığınız dere dere, köprü köprü olarak değil başka alemlerin, eski zamanların birer figürü olarak canlanır karşınızda. 

Çanakkale gezisinden bana kalan iki taş var. Conk Bayırı'nı gezerken, kendimi tutamayıp, uçuruma yuvarlanmayı göze alarak iki taş seçmiştim tel örgülerin ardından. Uzanıp almaya çalışırken kafamı tabelaya çarpıp berelemiştim. Üzerindeki tarih kokusunu en çok barındıran en az ayak basılandır diye düşündüğümden girmiştim bu çabaya. Elbette biliyorum o taşlar başka taşlar. Şahitlikleri ya da fiziksel izleri çoktan karıştı havaya, yağmurla gelen suya, ziyaretçi kalabalığına. Ama  ben evimdeki taşlara baktığımda, elime alıp avuçlarımı kapattığımda, hikayesini çok iyi bildiğim o zaferin duygusunu içimde hissediyorum. 
 
Ya da Romanya gezisinde Braşov’daki Black Church’den (Biserica Neagra = Siyah Kilise) aldığım taşların, o kilisenin neredeyse yüzyıl süren yapımından, geçirdiği onca yangından sonra yine de tamamlanışının onu ayrıcalıklı kılan öyküsünden bana kalanları anlattığını düşünüyorum.

Böyledir, bazıları kokuların, seslerin, renklerin, yüzlerin kısacası izlerin peşinden koşar. Sanki o zaman daha anlamlı olur tüm bu gezintiler.

Mustafa Balbay, Balkanlar adındaki gezi ve inceleme kitabında anlatıyor, Yunanistan’ın Serez şehrine geldiğinde Şeyh Bedreddin’in izini sürdüğünü. Serez, Şeyh Bedreddin’in ölümsüzleştiği yer. Onun asıldığı ağacı arıyor, “Serez çarşısında bir bakırcı dükkanının karşısında”. Elbette çarşı başka, dükkan başka. Olsun, yine de oturuyor bir banka. Çıkarıyor çantasından Nazım Hikmet’in Şeyh Bedreddin Destanı’nı. Açıyor Serez bölümünü ve okuyor:

"Yağmur çiseliyor
Serez'in esnaf çarşısında,
bir bakırcı dükkanının karşısında
Bedreddin'im bir ağaca asılı.

Yağmur çiseliyor.
Gecenin geç ve yıldızsız bir saatidir.
Ve yağmurda ıslanan
yapraksız bir dalda sallanan şeyhimin
çırılçıplak etidir.

Yağmur çiseliyor.
Serez çarşısı dilsiz,
Serez çarşısı kör.
Havada konuşmamanın, görmemenin kahrolası hüznü
Ve Serez çarşısı kapatmıs elleriyle yüzünü.
Yağmur çiseliyor."

Yıllar önceydi, 15 yaşındaydım. Topkapı Sarayı’nı gezmeye gitmiştik. Buharlı bir temmuz günüydü. Sultanahmet, yabancılarla doluydu o yaz da. Sarayın en muhteşem manzaralı yerine geldik. Püfür püfür esiyor rüzgar. Sanki iklim değişti. Gözümüzün önünde yatıyor deniz, masmavi bir çarşaf. Gezmekten ve sıcaktan yorgun düşmüş insanlar burada tazeleniyor. Banklar var birkaç tane, insanlar dinlensin, dinlenirken de seyre dalıp hayran olsunlar İstanbul’a diye. En öndeki bankta turist bir çift oturmuş, büyülenmiş gibi manzarayı seyrediyorlar. Sessiz ve elele. Neden sonra, aynı anda, ilahi bir ses duymuş gibi, birbirlerine baktılar ve öpüştüler. Bir süre sonra tekrar denize dönüp seyretmeye devam ettiler. Sanki o anı yaşamasalar İstanbul gezileri biraz eksik kalacakmış gibiydi. Paris’te aşk başkadır derler. Kimileri için de İstanbul’da başkaydı belki de.

Tabi, o zaman bu öpüşmeye böyle bakmadık. 80’lerdeydik ve pek alışkın değildik bu tip durumları ortalıkta görmeye. Türk filmlerinin çocuklarıydık, fiziksel temas anlarında kapanan kapıları izlerdik. (O gün yanılmıyorsam altı kişiydik. Üçü hala hayatımda, hatırlıyorlar mı acaba bu anıyı?) Birbirimize bakıp gülüşmüştük.

Yıllar sonra, kızımla Topkapı Sarayı’nı gezerken, Hürrem’le Kanuni değil de, o çift geldi aklıma. 

İnsanlar türlü türlü, geziler de öyle.

Ama izlerde gezmek, benim için anı defterine sağlam bir çentik atmak demek.

18 Ocak 2013 Cuma

ATTİLA ŞENKON'LA BIYIK İZİNDE



AVM’nin birinde bir gün gezerken her zaman olduğu gibi en son, kitap marketlerden birine girdik. Yaz sonu bir zamandı. Duru çocuk kitapları standına yöneldi. Onun benden farkı her zaman bir listesi var.  

Benim yaklaşımımın farklı adımları var. Mekanın düzenlemesine alışkın olan gözlerim ilk etapta, farklı bir şey var mı acaba bugün, diye aranır. Eğer yoksa standları gözden geçirir, bir iki kitabı eller koklarım sonra da özel ilgi alanım olan raflara yönelirim. Tatlıyı sona saklamak gibi. Bu sıralamayı her seferinde severek yapıyorum.

O gün koca bir stand vardı kasanın arkasında. Değişiklik! Müthiş bir çekim kuvvetiyle oraya yöneldim ve gözlerime inanamadım. Önümde kocaman bir Can Yayınları tepesi duruyordu. Ve hepsi tek fiyatla satılan, indirimli kitaplardı. O anda hissettiklerimi ancak benim gibi bir kitap obeziyseniz anlayabilirsiniz. Okumuş olduğum yazarların okumadığım kitapları, okumamış olduğum kitaplar, okumak istediklerim ama ertelediklerim hepsi orada duruyordu. O gün tatlı ilk yemekti. Bu bayramın ne kadar süreceğini görevli arkadaşlardan birine sorduktan sonra seçimimi benim için yeni olacak kitaplardan yana kullandım. 

İşte böyle tanıştım Attila Şenkon’la. “Bıyık İzi Yalanları” böyle girdi hayatıma. Bu 12 öyküden oluşan ihanet temalı bir kitap. Her öykünün kendi içinde bir bütünlüğü ve öykülerin tümünün birbiriyle tutarlılığı var. 

Türlü türlüdür ihanetler. Evlilikler sözkonusu olduğunda en yaygın olanı kadının ihanete uğramasıdır. En çok bilineni, üzerinde konuşulanı. Mesela, şunu ölçebilmek isterdim: Yukarıdaki “ihanet” sözcüğüne ilk rastladığınızda  aklınıza gelen hangi tür ihanetti? Kadının ihanete uğradığı durumların sonuçları da malum. Genellikle zorunlu suskunluklar, ekonomik engellerden ya da toplumsal baskılardan kaynaklı. Alışkın olduğumuz tablolar. Ha bir de can korkusu tabi, kadına şiddetin neredeyse saat başıyla ölçüleceği bir ülkede yaşıyoruz biz.

Peki ya ihanete uğrayan kişi bir erkekse? Bildiklerinizden uzaklaşın, edebiyat her olasılığı içerir. Evet, bizim kahramanımız bir erkek, evli ve çocuklu. “Bıyık İzi Yalanları” ihanetle yüzleşme anından alıyor bizi ve her bir öyküde adım adım bu sürecin tüm duygu ve davranış katlarından geçirip, bir sonuca götürüyor. 

“ “Bir başkası var,” dediğinde nasıl ölmediğime hala şaşırıyorum. Oysa, ikiz kulelere çarpan ilk uçak gibiydi tümcen. Öylesine güçlü ve acımasız. Oturmuyor olsam yıkılır mıydım acaba?” 

Bir kırılmadır yaşanan, tam bir kırılma, bir daha hiçbir şeyin aynı olmayacağı bir döneme girilmiştir artık. Daha önce sorulmayan sorular sorulacak, hiç akla gelmeyen davranışlarda bulunulacak, eski zamanlar masumiyetini yitirecek ve onları özlemek bile artık sadece “özlemek”  olmayacak. Bir kutuptan diğerine savrulma dönemidir bu. Affetmek ve yola devam etmekle nefret edip intikam almak arasında yaşanan.

 “Ne çok soru var yanıtsız kalan, ne çok bilinmeyen. İhanetin; daha fazla acı çekmemek için kendi seçimimle yarıda bıraktığım, çözmeye çabalamadığım bir bilmece, kimseyle paylaşmayacağım bir sır olarak kalacak içimde. Zor olanı seçtiğimi biliyorum.”

Kendine acımak, eksik görmek, hasmının(öteki adam da denebilir buna) gözünden kendini izlemek de işin çeşitli acı sosları. Öteki adam demişken, teknik olarak şuna vurgu yapmalı: Yazarın öteki adamla konuştuğu bölümlerde 2. Çoğul şahıs kullanması kitabın bütününde kurduğu önerme açısından çok önemli ve çarpıcı olmuş. Yalın bir anlatımı var Şenkon’un.  Uzun uzun tahlilillere girişmeden bu yalın anlatımın içine serpiştirdiği saptamalarıysa etkileyici.
  
Öykülerden birinde bir şarkının kışkırtıcılığıyla intikam peşine düşen kahramanımız, başka bir öyküde eşyaların tanıklığına başvuracak. Sık sık karabasanlı rüyalar görecek. Arada Çehov’a selam gönderecek. Ama sonuçta bir seçim yapacak.  

“Acı çekmenin kibarını bilen, sevgiyi kanıtlamanın zorunu seçen birine böyle ucuz intikamlar yakışmaz. Kazananım ben. Güçlü olanım.”

Attila Şenkon’un cesur erkek karakteri bir ütopya gibi. Kurallı cümlelerle yazılmış bir metindeki tek bir devrik cümle kadar dikkat çekici. Tam bir ters köşe. Erkeklerin toplumsal erkten bedavadan beslenen egoları kadına şiddetin bin türlüsünü izlettirirken bize, Şenkon,kahramanını dönülmez yollardan döndürüp medeniyet durağında indirmiş.

Yoğun bir acı var okurun hissettiği. Kahramanın üzerinden hayatı boyunca atamayacağını söylediği yük okura da rahatça geçiyor. Ama kan ve göz yaşı yok. Şenkon’un ironiyle yoğrulmuş, eğlenceli bir anlatımı var. İnce detaylarla yönlendiriyor okuru. “Bıyık İzi Yalanları” adı da bunlardan biri.

Burada bir iki özel söz söylemeli yazara ilişkin. Bizim ülkemizde yazarlık zordur. Yazmanın zorluğunun ötesinde bir zorluk sözünü ettiğim. Kişinin yazdıkları yaşadıklarıdır diye düşünülür ve öyle yorumlanır çoğu zaman. Bu büyük yanılgı çok kalemi küstürmüş erken kırmıştır bazen de. Şenkon da bundan nasibini almış bu kitabıyla. Bir söyleşisinde şöyle diyor:

“Bu kitabımda aldatılmış bir erkeğin sekiz aylık sancısını yazdım. Eşimin kaygısı ve tepkisine karşın okura güvendiğim için Bıyık İzi Yalanları’nı yayımladım. Ne ki eşim haklı çıktı. Okur öykülerdeki olayların, kişilerin kurgu ürünü olduğunu değil, yaşamımdan yansıdığını düşündü. Olmadık cinsellik ağırlıklı, yazınla ilgisiz dergilerden söyleşi önerileri aldım. Yazılar yazıldı.(…) Benim için hapse girmeden bir tutsağı yazabilen, hamile olmadan hamile bir kadının duygularını, yaşadıklarını anlatabilen yazar baş tacıdır.”

Benim için de öyle…