Bulutlardan fal tutmak için uygun bir sabah…
Masmavi gökyüzünü bembeyaz pofuduk bulutlar kaplamış. Bazıları
öyle yoğun ve dopdolu ki, yeni yürüyen bir bebeğin poposundan çişli bir bez
nasıl sarkarsa öyle sarkıyor gökyüzünden. Sert rüzgarın etkisiyle dağılıp
dağılıp yeniden toparlanıyorlar başka şekillerle. Sanki bir çocuk eli bir avuç
bilyeyi atıyor ve başka bir el beğenmeyip topluyor ve tekrar atıyor bilyeleri.
Çok fazla fal tutulabilir ama dilekler yazılmaz bu gelgeç
bulutlara…
Şehrin plajlar bölgesinde artık terkedilmiş şezlongların,
kumsalların, kahvelerin mahzunluğunu gidermeye çalışır gibi, birkaç kişi,
denize giriyor. Bu durum bir çeşit eylemsizlik prensibi ispatlama girişimi
gibi. Yani yazın devam etmesini istemelerinden ya da bittiğini kabul etmek istememelerinden
kaynaklanan bir duygu durumu. Olmuyor ama. Denize girince serinleyip, denizden
çıkınca güneşle yapılan sıcak sevişmelerin mevsimi bitti.
Yaz bitti…
Sonbahar da iştahlı iştahlı geldi bu sene. Bebeğin
poposundan sarkan bez fena halde karardı. Gerçek sert ve kayıtsızdır. Siz yokmuş
gibi davranabilirsiniz ama o önünde sonunda kendini gerçekleştirir. Tutacağınız
falda karanlık var. İşte gerçek rüzgarın kanadına tutunmuş bir yağmur damlası
şu anda benim için. Yağmur eylül kadar iştahlı. Damlalar sık ve iri. Burada
daha fazla oturamayacağım için kahvenin kapalı bölümüne geçiyorum. Camların
ardından bakıyorum artık olan bitene.
Keşke insan her zaman, gerçekle arasına bir engel koyabilse.
Havlularına sarınıp kaçışan insanlar, çimenlere serdikleri
örtüyü başlarına çekip korunmaya çalışanlar, açık birkaç şemsiyeyi kapatmaya koşan
görevliler. Etraf birdenbire pazar yerlerine yakışır bir karmaşayla doldu. Birkaç
sabahtır buraya, denize bakarak gözlerimi maviyle boyamaya geliyorum. Ama
bulutlar denizi hangi renge boyarsa o renge boyanıyor gözlerim. Bazan gümüşsü beyaz
bazen bulanık bir gri bazen de renksiz bir su oluveriyor önümde şıpırdayan
deniz. Komşu yarımkürede eylül deyince
ne gelir acaba insanların aklına? Bizim eylülümüz coşkulu bir boşvermişlikle
içiçe geçmiş bir yazın sonu olduğu için mi bahtsızdır böyle? El ayak çekilir
sokaklardan. Onların yerini sert rüzgarlar ve yağmurlar alır sanki. Sessiz
sedasız, mecburiyet dolu bir yer değiştirmedir bu. Küskünlük yüklüdür biraz.
İnsan kendini itilmiş, terkedilmiş ve karamsar hisseder. Önünde uzanan sonbahar ve kış aylarının
yorgunluğu biner omuzlarına.
İşte bunları düşünüyordum, oturmuş, o kadın “Nerede o Abidin?”
diye bağırarak kahveye girdiğinde. Yakınımdaki masalardan birinde oturmakta
olan garson çocuklar, sadece gülümseyerek bakıyorlardı kadına. Kadınsa cevap
bekleyen, ciddiyet yüklü bir duruşla bekliyordu öylece. “Söyleyin bana yahu,
nerede o?” diyerek yineledi kadın sorusunu.
“Ne yapacaksın Abidin’i bulunca”
diye sordu çocuklar gülüşerek. Açık saçık bir küfürle ne yapacağını söyledi
kadın. Sarı saçlı, bakımlı, iri yapılı biriydi. Belki altmışının üstünde ve
hala güzel. Kendi ağzından çıkanlara o da güldü ama sonra yine ciddileşerek
sordu Abidin’in yerini. Garsonlar bir süre kendi aralarında sohbete devam
ettiler. Gözlerimi kadından alamıyordum. Ayağını hiddetle yere vurduduktan sonra “Söyleyin
hadi, bekletmeyin beni burada” dedi. Garson çocuklardan biri kalktı, usulca
kadının koluna girdi ve onu “Gel bir çay iç, gelir belki birazdan" diyerek,
uzaktaki bir masaya oturttu. Usluca gitti kadın. O usluluğa mı yoksa az önceki
çılgınlığa mı daha çok üzüldüm, bilemedim. Bu gidişi fırsat bilip şaşkınlığımı
gizlemeden, çocuklardan birini çağırdım. Sordum. Dedi ki; “Bu abla tırlatmış
abla. Abidin kocasıymış abla. Şurada bir yerde oturuyorlar, arada bir evden
kaçıyor. Birazdan gelir alırlar bunu.” Eee dedim “Abidin’e ne olmuş?” “Abla sen
de bu deli gibi, ne bilim ben Abidin’i, çay içer misin?”
“İçmiyorum çay may” deyiverdim.
Canım sıkıldı çok. Abidin’in öyküsüne mi yoksa anlatan çocuğun
duyarsızlığına mı daha çok yine bilemedim. Benim durumum hep böyle. Neye daha
çok üzüleceğimi bilemem zaten. Şimdi burada oturmuş, mevsimleri düşünürken, ömrünün
eylülünü yaşayan bu güzel kadının neden bu halde olduğunu düşünmek zorundaydım
artık. İnsanların, ilişkilerin de bir eylülü vardı elbet. Denizin suyu
gözlerimi koyu siyaha boyadı bugün.
Yaz sıcaklığını,
sarhoşluğunu, başıboşluğunu coşkusunu alıp gitti… Sıradaki mevsim sonbahar.
Bir eski zaman şarkısı takıldı dilime. Buruktu tadı. “Körfezdeki
dalgın suya bir bak göreceksin/Geçmiş gecelerden biri durmakta derinde/ Mehtap…İri güller…Ve senin en güzel aksin…/ Velhasıl o rüya duruyor yerli yerinde”
Yaz, rüya, aşk, geçmiş, sonbahar, gerçek… Hepsi şairin o üç noktasında saklı işte.
Ah Abidin... Sahi, nerede o Abidin?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder