8 Şubat 2013 Cuma

İZLERDE GEZMEK



Benden önce kimler geçmiştir bu yollardan… Neler yapıp neler düşünmüşlerdir… Nasıl yaşamışlardır yüzyıllar boyu kimbilir… 

Bazıları için gezmek başka ayak izlerinin üzerine basarak yepyeni yolculuklara çıkmak, kendileri için kurduğu düşleri gerçekleştirip geri dönmek olabilir. Bir sırt çantasına sığdırdığı merakları ve heyecanları yüklenip cevapları aramaya koyulmak, çocuksu bir gezginci haline bürünmek, olayın kendisi haline dönüşebilir. O zaman artık baktığınız dere dere, köprü köprü olarak değil başka alemlerin, eski zamanların birer figürü olarak canlanır karşınızda. 

Çanakkale gezisinden bana kalan iki taş var. Conk Bayırı'nı gezerken, kendimi tutamayıp, uçuruma yuvarlanmayı göze alarak iki taş seçmiştim tel örgülerin ardından. Uzanıp almaya çalışırken kafamı tabelaya çarpıp berelemiştim. Üzerindeki tarih kokusunu en çok barındıran en az ayak basılandır diye düşündüğümden girmiştim bu çabaya. Elbette biliyorum o taşlar başka taşlar. Şahitlikleri ya da fiziksel izleri çoktan karıştı havaya, yağmurla gelen suya, ziyaretçi kalabalığına. Ama  ben evimdeki taşlara baktığımda, elime alıp avuçlarımı kapattığımda, hikayesini çok iyi bildiğim o zaferin duygusunu içimde hissediyorum. 
 
Ya da Romanya gezisinde Braşov’daki Black Church’den (Biserica Neagra = Siyah Kilise) aldığım taşların, o kilisenin neredeyse yüzyıl süren yapımından, geçirdiği onca yangından sonra yine de tamamlanışının onu ayrıcalıklı kılan öyküsünden bana kalanları anlattığını düşünüyorum.

Böyledir, bazıları kokuların, seslerin, renklerin, yüzlerin kısacası izlerin peşinden koşar. Sanki o zaman daha anlamlı olur tüm bu gezintiler.

Mustafa Balbay, Balkanlar adındaki gezi ve inceleme kitabında anlatıyor, Yunanistan’ın Serez şehrine geldiğinde Şeyh Bedreddin’in izini sürdüğünü. Serez, Şeyh Bedreddin’in ölümsüzleştiği yer. Onun asıldığı ağacı arıyor, “Serez çarşısında bir bakırcı dükkanının karşısında”. Elbette çarşı başka, dükkan başka. Olsun, yine de oturuyor bir banka. Çıkarıyor çantasından Nazım Hikmet’in Şeyh Bedreddin Destanı’nı. Açıyor Serez bölümünü ve okuyor:

"Yağmur çiseliyor
Serez'in esnaf çarşısında,
bir bakırcı dükkanının karşısında
Bedreddin'im bir ağaca asılı.

Yağmur çiseliyor.
Gecenin geç ve yıldızsız bir saatidir.
Ve yağmurda ıslanan
yapraksız bir dalda sallanan şeyhimin
çırılçıplak etidir.

Yağmur çiseliyor.
Serez çarşısı dilsiz,
Serez çarşısı kör.
Havada konuşmamanın, görmemenin kahrolası hüznü
Ve Serez çarşısı kapatmıs elleriyle yüzünü.
Yağmur çiseliyor."

Yıllar önceydi, 15 yaşındaydım. Topkapı Sarayı’nı gezmeye gitmiştik. Buharlı bir temmuz günüydü. Sultanahmet, yabancılarla doluydu o yaz da. Sarayın en muhteşem manzaralı yerine geldik. Püfür püfür esiyor rüzgar. Sanki iklim değişti. Gözümüzün önünde yatıyor deniz, masmavi bir çarşaf. Gezmekten ve sıcaktan yorgun düşmüş insanlar burada tazeleniyor. Banklar var birkaç tane, insanlar dinlensin, dinlenirken de seyre dalıp hayran olsunlar İstanbul’a diye. En öndeki bankta turist bir çift oturmuş, büyülenmiş gibi manzarayı seyrediyorlar. Sessiz ve elele. Neden sonra, aynı anda, ilahi bir ses duymuş gibi, birbirlerine baktılar ve öpüştüler. Bir süre sonra tekrar denize dönüp seyretmeye devam ettiler. Sanki o anı yaşamasalar İstanbul gezileri biraz eksik kalacakmış gibiydi. Paris’te aşk başkadır derler. Kimileri için de İstanbul’da başkaydı belki de.

Tabi, o zaman bu öpüşmeye böyle bakmadık. 80’lerdeydik ve pek alışkın değildik bu tip durumları ortalıkta görmeye. Türk filmlerinin çocuklarıydık, fiziksel temas anlarında kapanan kapıları izlerdik. (O gün yanılmıyorsam altı kişiydik. Üçü hala hayatımda, hatırlıyorlar mı acaba bu anıyı?) Birbirimize bakıp gülüşmüştük.

Yıllar sonra, kızımla Topkapı Sarayı’nı gezerken, Hürrem’le Kanuni değil de, o çift geldi aklıma. 

İnsanlar türlü türlü, geziler de öyle.

Ama izlerde gezmek, benim için anı defterine sağlam bir çentik atmak demek.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder