8 Ekim 2013 Salı

"NEREDE O ABİDİN?"

Bulutlardan fal tutmak için uygun bir sabah…
Masmavi gökyüzünü bembeyaz pofuduk bulutlar kaplamış. Bazıları öyle yoğun ve dopdolu ki, yeni yürüyen bir bebeğin poposundan çişli bir bez nasıl sarkarsa öyle sarkıyor gökyüzünden. Sert rüzgarın etkisiyle dağılıp dağılıp yeniden toparlanıyorlar başka şekillerle. Sanki bir çocuk eli bir avuç bilyeyi atıyor ve başka bir el beğenmeyip topluyor ve tekrar atıyor bilyeleri.
Çok fazla fal tutulabilir ama dilekler yazılmaz bu gelgeç bulutlara…
Şehrin plajlar bölgesinde artık terkedilmiş şezlongların, kumsalların, kahvelerin mahzunluğunu gidermeye çalışır gibi, birkaç kişi, denize giriyor. Bu durum bir çeşit eylemsizlik prensibi ispatlama girişimi gibi. Yani yazın devam etmesini istemelerinden ya da bittiğini kabul etmek istememelerinden kaynaklanan bir duygu durumu. Olmuyor ama. Denize girince serinleyip, denizden çıkınca güneşle yapılan sıcak sevişmelerin mevsimi bitti.
Yaz bitti…
Sonbahar da iştahlı iştahlı geldi bu sene. Bebeğin poposundan sarkan bez fena halde karardı. Gerçek sert ve kayıtsızdır. Siz yokmuş gibi davranabilirsiniz ama o önünde sonunda kendini gerçekleştirir. Tutacağınız falda karanlık var. İşte gerçek rüzgarın kanadına tutunmuş bir yağmur damlası şu anda benim için. Yağmur eylül kadar iştahlı. Damlalar sık ve iri. Burada daha fazla oturamayacağım için kahvenin kapalı bölümüne geçiyorum. Camların ardından bakıyorum artık olan bitene.
Keşke insan her zaman, gerçekle arasına bir engel koyabilse.
Havlularına sarınıp kaçışan insanlar, çimenlere serdikleri örtüyü başlarına çekip korunmaya çalışanlar, açık birkaç şemsiyeyi kapatmaya koşan görevliler. Etraf birdenbire pazar yerlerine yakışır bir karmaşayla doldu. Birkaç sabahtır buraya, denize bakarak gözlerimi maviyle boyamaya geliyorum. Ama bulutlar denizi hangi renge boyarsa o renge boyanıyor gözlerim. Bazan gümüşsü beyaz bazen bulanık bir gri bazen de renksiz bir su oluveriyor önümde şıpırdayan deniz.  Komşu yarımkürede eylül deyince ne gelir acaba insanların aklına? Bizim eylülümüz coşkulu bir boşvermişlikle içiçe geçmiş bir yazın sonu olduğu için mi bahtsızdır böyle? El ayak çekilir sokaklardan. Onların yerini sert rüzgarlar ve yağmurlar alır sanki. Sessiz sedasız, mecburiyet dolu bir yer değiştirmedir bu. Küskünlük yüklüdür biraz. İnsan kendini itilmiş, terkedilmiş ve karamsar hisseder. Önünde uzanan sonbahar ve kış aylarının yorgunluğu biner omuzlarına.
İşte bunları düşünüyordum, oturmuş, o kadın “Nerede o Abidin?” diye bağırarak kahveye girdiğinde. Yakınımdaki masalardan birinde oturmakta olan garson çocuklar, sadece gülümseyerek bakıyorlardı kadına. Kadınsa cevap bekleyen, ciddiyet yüklü bir duruşla bekliyordu öylece. “Söyleyin bana yahu, nerede o?” diyerek yineledi kadın sorusunu.  “Ne yapacaksın Abidin’i  bulunca” diye sordu çocuklar gülüşerek. Açık saçık bir küfürle ne yapacağını söyledi kadın. Sarı saçlı, bakımlı, iri yapılı biriydi. Belki altmışının üstünde ve hala güzel. Kendi ağzından çıkanlara o da güldü ama sonra yine ciddileşerek sordu Abidin’in yerini. Garsonlar bir süre kendi aralarında sohbete devam ettiler. Gözlerimi kadından alamıyordum. Ayağını hiddetle yere vurduduktan sonra  “Söyleyin hadi, bekletmeyin beni burada” dedi. Garson çocuklardan biri kalktı, usulca kadının koluna girdi ve onu “Gel bir çay iç, gelir belki birazdan" diyerek, uzaktaki bir masaya oturttu. Usluca gitti kadın. O usluluğa mı yoksa az önceki çılgınlığa mı daha çok üzüldüm, bilemedim. Bu gidişi fırsat bilip şaşkınlığımı gizlemeden, çocuklardan birini çağırdım. Sordum. Dedi ki; “Bu abla tırlatmış abla. Abidin kocasıymış abla. Şurada bir yerde oturuyorlar, arada bir evden kaçıyor. Birazdan gelir alırlar bunu.” Eee dedim “Abidin’e ne olmuş?” “Abla sen de bu deli gibi, ne bilim ben Abidin’i, çay içer misin?”
“İçmiyorum çay may” deyiverdim.
Canım sıkıldı çok. Abidin’in öyküsüne mi yoksa anlatan çocuğun duyarsızlığına mı daha çok yine bilemedim. Benim durumum hep böyle. Neye daha çok üzüleceğimi bilemem zaten. Şimdi burada oturmuş, mevsimleri düşünürken, ömrünün eylülünü yaşayan bu güzel kadının neden bu halde olduğunu düşünmek zorundaydım artık. İnsanların, ilişkilerin de bir eylülü vardı elbet. Denizin suyu gözlerimi koyu siyaha boyadı bugün.
Yaz sıcaklığını, sarhoşluğunu, başıboşluğunu coşkusunu alıp gitti… Sıradaki mevsim sonbahar.
Bir eski zaman şarkısı takıldı dilime. Buruktu tadı. “Körfezdeki dalgın suya bir bak göreceksin/Geçmiş gecelerden biri durmakta derinde/ Mehtap…İri güller…Ve senin en güzel aksin…/ Velhasıl o rüya duruyor yerli yerinde”
Yaz, rüya, aşk, geçmiş, sonbahar, gerçek…  Hepsi şairin o üç noktasında saklı işte.
Ah Abidin... Sahi, nerede o Abidin?


2 Ekim 2013 Çarşamba

MAHFUZ'UN MISIR'I

Toprağının kokusu yazısına sinmiş yazarlardandır Necip Mahfuz. 

Tasvir ettiği kahvelerin içindeki tütsü kokusu tüter cümlelerinden. Şehrinin sokakları, kahveleri,evleri ve insanlarının düşünceleri, duyguları edebiyatının temel taşını oluşturur. Karakterlerini sever, sevdiğinden olsa gerek her biri okurun da yüreğinde ayrı ayrı yer eder. Onları Kahire’nin farklı renk ve çizgi taşıyan yerlerinden alıp ustaca işler. Mahfuz’u dünyaca okunur kılan da kuşku yok ki, yereli evrensele taşıyabilen bu ustaca işleme becerisidir. Kitaplarının her biri, yazıya olan aşkı kadar memleketine duyduğu aşkın ilanı gibidir. İçinde yaşadığı toplumun derdiyle dertlenen yazarların soyundandır o.

Bana bu yazıyı yazdıran kitaplar 1950'lerde yazdığı Kahire Üçlemesi… 

Kahire Üçlemesi adı altında toplanan Saray Gezisi, Şevk Sarayı ve Şeker Sokağı Mahfuz’un iki dünya savaşı arasında Mısır‘ın siyasi ve sosyal açıdan değişen yüzünün yansıması. Abdülcevat ailesi, ülkelerinin sancılı geçen kabuk değiştirme sürecinde yaşayan Kahire’liler. Ahmet Abdülcevat, gezmeyi, eğlenmeyi, içkiyi ve güzel kadınları hayatının merkezine koymuş bir tüccar. Aile reisi olarak ise islamın ve islam etkisiyle gelenekselleşmiş davranış kalıplarının dışında hiçbir yaşam şekline izin vermeyen birisi. Kafes arkasında hayatını geçiren eşi Emine, toplumun ve diğer tüm etkenlerin kocasına,erkek olması sebebiyle verdiği, sınırsız hakların destekçisi. Şikayet etmez, sorgulamaz. Babanın despotlukları çocukların her birinin kişiliği üzerinde farklı etkiler yapsa da, kendi kişiliklerini istek ve arzularına göre şekillendirme çabaları, babalarına duydukları saygı, sevgi ve korku karışımının etkisinde sürecektir. Ahmet Abdülcevat’ın çocukları tıpkı özgürlüğünü arayan Mısır gibi, değişik esen rüzgarların etkisiyle şekillenip, başka başka fikir ve davranışlarda kök salarak büyüyeceklerdir.

Mısır’ın bu döneme denk gelen siyasi iklimi oldukça sert. Krallık, özgürlük ve bağımsızlık için mücadele verenleri arkasına alan Vafd partisi ve İngilizler arasında geçen sürekli bir denge oyunu siyaset. Zaman zaman ikili ittifakların menfaat hesaplarıyla kurulduğu, özgürlük düşlerinin ayak oyunlarının, çıkar hesaplarının altında ezildiği zor yıllar. Bir tafafta bilimi, özgür düşünceyi, okumayı, yazmayı önemseyen Mısır’lı aydınlar, diğer tarafta sosyal yaşamın, adaletin ve diğer gerekli her şeyin tek başvuru kaynağını kutsal kitap olarak kabul eden radikal islamcı gruplar.

Şimdi, Mısır’a nereden bakmalı? Medyanın göstermek istediği yerden mi, kalemi eline geçirenin kendini sosyolog ya da siyasetçi sandığı yazılardan mı? Mahfuz’un sızlayan kelimelerinden mi?

Sağ elini kullanamaz hale geldiği, görme ve duyma yetisini kaybettiği bir köktendici saldırıya uğradığında, bu saldırıyı gerçekleştiren kişi için “Saldırgan hakkında ne düşünmem gerektiğini bilmiyorum, şüphesiz efendileri onu kitabımın İslam’ı aşağıladığına ikna etmişlerdir. O yalnızca itaat ediyordu. Yetkililere yaptığı açıklamalarda kitabı okumadığını doğruladı.”  diyen Necip Mahfuz, insanı şekillendiren etkenlerin, iyiliklerin ve kötülüklerin, günahların ve sevapların, istek ve arzuların kökenine insan olma halini merkeze koyarak iner. Sonuçları sebeplerinden ayrı düşünmez. 


Ve ülkesinde laik bir devletin kurulacağı günün umudunu hiç kaybetmez.  


Saray Gezisi,527s.,Hitkitap
Şevk Sarayı,448s.,Hitkitap
Şeker Sokağı,327s.,Hitkitap