28 Şubat 2013 Perşembe

KELEBEĞİN RÜYASI VE YÖNETMENİN ETEĞİNDEKİ TAŞLAR



Film günüydü bugün. Filmin adı “Kelebeğin Rüyası”…

Vizyon tarihinden önce başlayan tanıtım süreci boyunca ve sonrasında Kelebeğin Rüyası’yla ilgili haberleri takip etmeye çalıştım. Çünkü filme konu olan, yapıtları günümüze ulaşamamış iki şairin hikayesi ilgimi çekti. Garip akımının destekçisi ve takipçisi Zonguldak’lı iki şair; Rüştü Onur ve Muzaffer Tayyip… Basında filmin, bu iki şairin hayatlarının kısa bir bölümünün alıntısı olduğu yazıldı çizildi. Okumaya olan merakım izlemeye olandan daha güçlü olduğu için izlemeden önce biraz bilgi edinmek amacıyla okumayı seçtim. Rüştü Onur’un ölümünün ardından Salah Birsel tarafından yayına hazırlanmış şiirlerini ve mektuplarını içeren kitap, Sel Yayıncılık’tan tekrar basılmış. Mustafa Tayyip Uslu’nun şiirlerini ve birkaç tane yazısını içeren kitapsa Yapı Kredi Yayıncılık’tan çıkmış. (Yayınevlerinin elinde, böylesi kıymetli başka kopyalar varsa, filmi yapılmadan, az sayıda da olsa basmaları güzel olurdu. Sonuçta herşey para değil. Misyon olarak edebiyata hizmet nerede kaldı acaba?)

Bu iki şairin, hayata bakışlarına, şiire olan sevdalarına hayran kaldım. Buradaki sevda sözcüğünden kastım, şiir yazmak kadar, iyi şiir üzerine düşünmeye, kavga vermeye, eskinin yerine yeniyi getirmenin tüm zorluğuna rağmen inatla bildikleri yolda yürümeye varan bir sevda. Yirmili yaşlarının ortalarına varmadan bu dünyadan ayrılmak zorunda kalan bu genç şairler için üzüldüğüm kadar türk şiiri için de üzüldüm.

İşte böylesi bir duygu ikliminde başladım filmi izlemeye.

İlk görüntüleri algılamam biraz uzun sürdü. Gerçi görüntülerin öncesinde iki satırlık bir yazı vardı ama olanı  açıklamaya yetersizdi. Bu kareler 1940’larda kömür madenlerinde çalışan köylüleri anlatıyordu. Doğrusu şu ki,bu bölümü filmin bütünlüğü içerinde bir yere koyamadım. Çünkü bizim şairlerimiz, o maden ocaklarında memur olarak çalışmaktaydılar ve filmin geri kalan hiçbir noktası işçiler üzerine kurgulanmış değildi. Zaten bu maden ocakları bölümü filmin ilk yarısından sonra bir daha konu edilmedi. Yılmaz Erdoğan ( senarist ve yönetmen) filmin ana çizgisinden sapmak uğruna mesaj kaygısına düşmüştü sanırım. Çünkü bu köylüler savaş nedeniyle çıkarılan 2. Mükellefiyet Yasası (İlki Osmanlı döneminde çıkarılmış) gereği, madenlerde zorunlu olarak çalıştırılıyorlardı. Başlarında jandarmalar vardı. Sadece iki satırlık yazı ve ardından nazi kamplarını andıran görüntülerle verilen bu durum bana tek partili dönemi hedef göstermekten başka bir işe yaramamış gibi geldi. Aynı birilerinin, dönemin ruhunu kavramadan, iyice araştırmadan sadece saldırı amacıyla yaptığı, “bunlar camileri ahır yapıp hayvanlarını soktular” demesi ya da bilimsel araştırmaları kürsüye “bunlar türklerin kafataslarını ölçtüler” diyerek taşıması gibi.  Çünkü 2. Mükellefiyet yasalarının altında, maden işletmelerinin Fransızlardan alınıp devletleştirilmesi ve savaş sebebiyle kömür rezervlerini artırma çabası vardı. Ne tek parti döneminin politikalarını savunuyorum ne de insanların uygun olmayan koşullarda zorla çalıştırılmalarını. Ama, iki şairin hayatı üzerinden, hem de bu hayatlara hiçbir şekilde değmeyen bu durumu filmin içine sokup, siyasi mesaj verme çabasını da hiç doğru bulmadım.

Film şairlerin hayatlarıyla birebir örtüşmüyor. Olabilir. İzleyecek olanlar bunu gerçek ve bire bir yaşam öyküsü saymasınlar diye söylüyorum. Ayrıca bir dönem filmi olarak değerlendirilebilmesi için de eksikleri var. Görsel detaylar ustaca düşünülmüş ve dönemi yansıtıyor ama diyaloglar aynı derecede özenli değil. 

Filmin başlangıç noktası, iki şairin de aynı kızı beğenmesi. Olay örgüsü de bu tema üzerinden kuruluyor. Bir oyun olarak başlayan iş, Muzaffer Tayyip için büyük bir aşka dönüşüyor. Burada bir zengin kız-fakir oğlan aşkı bağımsız bir şekilde yol almaya başlıyor. Diğer tarafta Rüştü’nün senatoryum günleri ve başka bir aşka yelken açışı var. Bu tema çokluğu yer yer filmdeki ritmi bozmuş, akışı yavaşlatmış. 

Yılmaz Erdoğan, sinema dili ve gözü olarak sevdiğim yönetmenlerden. Rüştü Onur ve Muzaffer Tayyip’in yaşamlarından yola çıkarak kurguladığı bu film, keyifle izleniyor. Filmlerinde izleyenleri, kahramanlarının duygu dünyasının içine alma başarısı her zaman yüksek. Yüreğe dokunan öyküler kurmayı başarıyor. Yine bu filme dönersek, zaten, bir taraftan şiirle yaşayan ve edebiyat dünyasında bir yer edinmek için uğraşan, bir taraftan da veremle savaşan bu şairlerin hayatları başlı başına duygusal bir öykü. Yönetmenin gözünden hikaye, yer yer gerçekten uzaklaşsa da, güzel bir öykü olarak perdeye yansımış. 

Oyuncu seçimlerine diyecek söz yok. Rüştü Onur’u oynayan Mert Fırat, çok iyi bir oyunculuk sergilemiş. Muzaffer Tayyip rolündeki Kıvanç Tatlıtuğ ise bence oyuncu doğanlardan. Muhteşem bir oyunculuk onunki. Dizilerin sıradanlaştırdığı yüzleri perde de böylesi çıkışlarla izleyebilmek çok keyifli. Belçim Bilgin(Suzan), o rol için artık geçmiş olan yaşına rağmen kusursuz. Ama Behçet Necatil rolünü kendine ayıran Yılmaz Erdoğan keşke başka bir oyuncu seçseydi iyi olurdu derim. Çünkü ortaya çıkan kişi, içine Yılmaz Erdoğan girmiş bir Behçet Necatigil olmuş. Şairlerin hocası olarak görmem gereken Behçet Necatigil’i BKM’nin hocası Yılmaz Erdoğan olarak gördüğüm sahne sayısı çok fazla. Sanırım bu hoca rolünü kendisi için yazmış.

Tüm bu eleştirilerin ardından, Erdoğan’ın teşekkürünü de ihmal etmemek lazım. Çünkü bu şairlerin izini sürüp gün ışığına çıkarma gayreti teşekkürü hakediyor.( Keşke daha az mesaj kaygısı taşısaydı.) Çünkü ikisinin de ölene kadar en çok istedikleri şey bir kitaplarının olması, ya da en azından bir dergide bir şiirlerinin çıkmasıydı. Onlar, birileri onları görsün ve yaptıkları iş üzerine konuşsun istiyorlardı.
 
Bu hayata erken veda etmek zorunda kalan şair adamların mektuplarını ve şiirlerini okumalı. Okumalı çünkü, gerçek aşk onların şiirinde gizli. Her şey “şiirin bahanesi”.  Yazı perdeden güçlüdür, her zaman… O yüzden, iyi okumalar...

Rüştü Onur, Salah Birsel, Şiirleri-Mektupları- Ardından Yazılanlar, Sel Yayıncılık, 125 s.
Muzaffer Tayyip Uslu, Şimdilik, Şiir, YKY, 77 s.






8 Şubat 2013 Cuma

İZLERDE GEZMEK



Benden önce kimler geçmiştir bu yollardan… Neler yapıp neler düşünmüşlerdir… Nasıl yaşamışlardır yüzyıllar boyu kimbilir… 

Bazıları için gezmek başka ayak izlerinin üzerine basarak yepyeni yolculuklara çıkmak, kendileri için kurduğu düşleri gerçekleştirip geri dönmek olabilir. Bir sırt çantasına sığdırdığı merakları ve heyecanları yüklenip cevapları aramaya koyulmak, çocuksu bir gezginci haline bürünmek, olayın kendisi haline dönüşebilir. O zaman artık baktığınız dere dere, köprü köprü olarak değil başka alemlerin, eski zamanların birer figürü olarak canlanır karşınızda. 

Çanakkale gezisinden bana kalan iki taş var. Conk Bayırı'nı gezerken, kendimi tutamayıp, uçuruma yuvarlanmayı göze alarak iki taş seçmiştim tel örgülerin ardından. Uzanıp almaya çalışırken kafamı tabelaya çarpıp berelemiştim. Üzerindeki tarih kokusunu en çok barındıran en az ayak basılandır diye düşündüğümden girmiştim bu çabaya. Elbette biliyorum o taşlar başka taşlar. Şahitlikleri ya da fiziksel izleri çoktan karıştı havaya, yağmurla gelen suya, ziyaretçi kalabalığına. Ama  ben evimdeki taşlara baktığımda, elime alıp avuçlarımı kapattığımda, hikayesini çok iyi bildiğim o zaferin duygusunu içimde hissediyorum. 
 
Ya da Romanya gezisinde Braşov’daki Black Church’den (Biserica Neagra = Siyah Kilise) aldığım taşların, o kilisenin neredeyse yüzyıl süren yapımından, geçirdiği onca yangından sonra yine de tamamlanışının onu ayrıcalıklı kılan öyküsünden bana kalanları anlattığını düşünüyorum.

Böyledir, bazıları kokuların, seslerin, renklerin, yüzlerin kısacası izlerin peşinden koşar. Sanki o zaman daha anlamlı olur tüm bu gezintiler.

Mustafa Balbay, Balkanlar adındaki gezi ve inceleme kitabında anlatıyor, Yunanistan’ın Serez şehrine geldiğinde Şeyh Bedreddin’in izini sürdüğünü. Serez, Şeyh Bedreddin’in ölümsüzleştiği yer. Onun asıldığı ağacı arıyor, “Serez çarşısında bir bakırcı dükkanının karşısında”. Elbette çarşı başka, dükkan başka. Olsun, yine de oturuyor bir banka. Çıkarıyor çantasından Nazım Hikmet’in Şeyh Bedreddin Destanı’nı. Açıyor Serez bölümünü ve okuyor:

"Yağmur çiseliyor
Serez'in esnaf çarşısında,
bir bakırcı dükkanının karşısında
Bedreddin'im bir ağaca asılı.

Yağmur çiseliyor.
Gecenin geç ve yıldızsız bir saatidir.
Ve yağmurda ıslanan
yapraksız bir dalda sallanan şeyhimin
çırılçıplak etidir.

Yağmur çiseliyor.
Serez çarşısı dilsiz,
Serez çarşısı kör.
Havada konuşmamanın, görmemenin kahrolası hüznü
Ve Serez çarşısı kapatmıs elleriyle yüzünü.
Yağmur çiseliyor."

Yıllar önceydi, 15 yaşındaydım. Topkapı Sarayı’nı gezmeye gitmiştik. Buharlı bir temmuz günüydü. Sultanahmet, yabancılarla doluydu o yaz da. Sarayın en muhteşem manzaralı yerine geldik. Püfür püfür esiyor rüzgar. Sanki iklim değişti. Gözümüzün önünde yatıyor deniz, masmavi bir çarşaf. Gezmekten ve sıcaktan yorgun düşmüş insanlar burada tazeleniyor. Banklar var birkaç tane, insanlar dinlensin, dinlenirken de seyre dalıp hayran olsunlar İstanbul’a diye. En öndeki bankta turist bir çift oturmuş, büyülenmiş gibi manzarayı seyrediyorlar. Sessiz ve elele. Neden sonra, aynı anda, ilahi bir ses duymuş gibi, birbirlerine baktılar ve öpüştüler. Bir süre sonra tekrar denize dönüp seyretmeye devam ettiler. Sanki o anı yaşamasalar İstanbul gezileri biraz eksik kalacakmış gibiydi. Paris’te aşk başkadır derler. Kimileri için de İstanbul’da başkaydı belki de.

Tabi, o zaman bu öpüşmeye böyle bakmadık. 80’lerdeydik ve pek alışkın değildik bu tip durumları ortalıkta görmeye. Türk filmlerinin çocuklarıydık, fiziksel temas anlarında kapanan kapıları izlerdik. (O gün yanılmıyorsam altı kişiydik. Üçü hala hayatımda, hatırlıyorlar mı acaba bu anıyı?) Birbirimize bakıp gülüşmüştük.

Yıllar sonra, kızımla Topkapı Sarayı’nı gezerken, Hürrem’le Kanuni değil de, o çift geldi aklıma. 

İnsanlar türlü türlü, geziler de öyle.

Ama izlerde gezmek, benim için anı defterine sağlam bir çentik atmak demek.