29 Haziran 2013 Cumartesi

80'LERDEN "GEZİ"YE...

“Yüreğin ürperir kapı çalınsa”

Bıyıklı bir adamın resmi var kasetin kapağında. Söyledikleri şarkı değil, türkü değil. Nereye koyacağımı bilemiyorum o yaşımda. Çok seviyorum sazını sözünü. 11-12 yaşlarımdayım. Son çocukluk ve ilk gençlik yıllarım 80’ler. Gözünü yasaklara açan kuşağın içindenim yani. Bıyıklı adam Zülfü Livaneli. Benim 80’lerimin sesi. Baskının ve yasakların iyice içe döndürdüğü yaşamımızda, yakın akraba ve dostların buluştuğu küçücük odalarda bir ayin gibi söyleniyor dinleniyor bu şarkılar. Hele bir tanesi var ki  bir yiğidi bir aslanı anlatan söyleyeni de dinleyeni de yüceltiyor sanki. Sokakta, arkadaşlarla paylaşmak, dinlediğinden söylediğinden bahsetmek yasak. Niye?

 “Esmeyen yelinden hile sezerler”  çünkü.

Korkunun sinsice yüreklere yerleştiği yıllardı onlar. Düz bir çizgiye dönüşmekteydi yaşam hızla. Yalnızlaşma, sessizleşme, tepkisizleşme. Öfkelerin, çaresizliklerin, pişmanlıkların yorgunluğu insanların gözlerinde. Mahallede kaç tane abla ağabey vardı üniversitede okurken “olaylara karıştığı” gerekçesiyle “içeri”de olan? Kaç tane öğretmen vardı derneğe üye olduğu için sürülen daha da olmadı “içeri atılan”? Ne kadar çok ana-baba vardı, çocuklarının başı daha fazla derde girmesin diye, gecenin bir vakti, çuvala doldurdukları kitapları gömmeye ya da yakmaya götüren. Ama polise yakalanmadan. Yaşına başına, komşuluğuna akrabalığına bakmazlardı kişinin, sorguya alırlardı hemen. Çocuğu devlete başkaldırmış eşkiyaların ana-babalarıydı onlar, içten içe destekleyenlerinin bile başı önünde,eğik. Evlatlarının başlarına gelenlere mi üzülsünler millete laf mı anlatsınlar bilemediler. İdam haberi bekleyip müebbete sevindiler. İşte öyle,

“Harcanıp gidiyor ömür dediğin”

Şimdi çok şükür ki TRT-1 de 80’ler diye bir dizi var. Türk halkı izliyor beğeniyor. Tüm yaşadığımız olumsuzlukları merdaneli çamaşır makinasıyla romantik şarkıların arasına sıkıştırmış yok etmiş. Ne güzel!!! “12 Eylül yargılansın” “Sebep olanlardan hesap sorulsun” diyenlerin bile eleştirecek bir yan bulamadığı bu dizi toplumsal bellek dönüştürme ya da yeniden yapılandırma operasyonu gibi bir şey belli ki. Köşelerinde ya da programlarında, her melaneti 12 Eylüle bağlayıp ter ter tepinenler bile nemli bir duygusallıkla izliyor bu diziyi. Anne, baba, çocuklar,komşular, bayram seyran, tencere tava, düğün cenaze tamam da, o sağcı solcu genç çocuklar da bizim ülkenin 80’lerinden mi? Ya mahalledeki bekçi, polis, karakol çalışanları? Yoksa ithal mi ettik onları bir yerlerden? 90’lar silgisiyle 80’leri silip, 2000’ler kalemiyle yapılan eklemeleri sindirmek mümkün değil.  Dizide mahallenin karşıt görüşlü iki genci aynı koğuşta yanyana yattılar. Sanırım birer ay arayla da çıktılar dışarı. Orada dost oldular. Özgürlüğün kıymetini anladılar. Mahalleye dönünce de bir daha hiç kavga etmediler, anarşistlik yapmadılar. Gökten de üç elma…. Gökten düşen elmaların sayısını bilmem ama bir tanesi kesin MİNT yapımın başına düşmüştür.

Bizlerin, göklerden elma düşmeyen gerçek dünyalarımızda olaylar şöyle gelişti: Gençler düşünmenin, düşündüğünü söylemenin, düşünce yönünde örgütlenmenin bedelini ağır ödediler. İçeride sadece bazı dostlarını değil, ruh ve beden sağlıklarını da bıraktılar. İşkence altında işlemedikleri suçları kabullenenler vardı. O gençlerden hayatları bir daha asla yoluna girmeyenler oldu. Nedense, herşeyden çok, dışarıya çıktıklarında yerinde yeller esen kitapları için ağlayanlarını da gördüm. Yok ama yok bizim ülkede değil, başka başka yerlerde...

İşte böyle bir havayı soluyarak büyüdük. Hissetmek çok sinsi bir şeydir. Siz isteseniz de istemeseniz de hissedersiniz, hele de çocuksanız. Korkuyu yüreğimizin en derininde hissettik biz. Yaşananların, anlatılanların, fısıldaşılarak konuşulanların yarattığı havadaki tekinsiz bulutlardan üzerimize yağan çiselerle serpildik büyüdük. Biz bir önceki neslin yaşadıklarından sinmeyi öğrendik. Sonra sistem, sistemli bir şekilde bizim sinişimizi normalleştirdi. Yalancı baharlarınkine özgü, tez açılıp tez solan, hak ve özgürlük çiçekleri tutuşturdular elimize. Onları koklayıp derin uykulara daldık. İyi de oldu. Böylece çocuklarımıza hiçbir şey anlatmadık. Yaralarımızı, korkularımızı aktarmadık. O çocuklar da şimdi parklarda “Gezi” ye çıktılar.

Bellekleri temiz, ruhları yarasız beresiz. Kendileri yazıyorlar manifestolarını bir önceki nesil değil. Biz uyurken onlar büyümüş.

Demokrasi de korku gibi direniş gibi öğrenilebilir bir şey. Bir ağaçtan yola çıktılar.

 “İnsanız dedik hala vazgeçer miyim söyle bana”  diyorlar.

Bugün ağaç yarın orman öbür gün ülke sonra dünya. Hakça, adaletli, özgür bir dünya için...