8 Ocak 2013 Salı

LEĞENDEN AKARSUYA



Herakleitos der ki; aynı suda iki kere yıkanılmaz. 

Çağlar öncesinden beri biline gelmiştir bu. Ama biz, aynı suda bir çok kere yıkanıyormuşuz gibi hissediyorum ben, bu ülkede. Sanırım bu ülke akan bir sudan ziyade koca bir leğen. Hepimiz bu suyun içine düzenli aralıklarla sokulup çıkarıyoruz. Ve koca Herakleitos’un çağlar ötesinden seslenişine  anlamsızca bakıyoruz. Yasaklar, yalancı vaadler olarak sunulan hak ve özgürkükler, yasaklar, göz boyama usulü hak ve özgürlükler, yasaklar. Kızma koca Herakleitos, burası koca bir leğen. Akan bir şey yok burada. O yüzden hep aynı suda yıkanıyoruz biz.

Yıl 1983, ortaokula başlamışım. Bizim zamanımızda keskin dönüşlerdi buralar. İlkokul, ortaokul, lise. Koca bir kalabalığın içinde ve birden bire artan ders çeşitlerinin arasında, gri okul binalarından da, siyah okul formalarından da, canından bezmiş öğretmenlerden de bıkmışım, yorulmuşum, sanki yıllarca okumuşcasına. Yolun uzunluğunun farkında, isteksizliğimin de zirvesindeyim. Hep öyle oldu zaten, isteksizliğim zirvedeydi okullara karşı.

Yine yorgun başlamış bir günün sabahındaydım. İlk ders türkçeydi, uzun zamandır boş geçiyordu dersler, yeni bir öğretmenin göreve başlaması bekleniyordu bir süredir. O öğretmen başladı derse. Pırıl pırıl bir genç kadın. İnsanı tüm yorgunluklarından yıkayan temiz bir sabah rüzgarı gibi. O derse başladığında, gözümün önünden bir el sanki tüm buğuları, sisleri siliyor ve hayata uyanıyordum aniden. Tüm griliğimin içinde çocuk yüreğimde açılan renk renk çiçekler büyütüyordum onunla birlikte. Kısa bir süre sonra bu öğretmenimin bir yakınımın fakülteden arkadaşı olduğunu öğrenmemle bizim yakınlığımız da pekişti. 

Kompozisyon denilen yazı türüyle de bu öğretmenim sayesinde tanıştım. Cümlenin ögelerinin bir teknik olmaktan çıkıp kendini ifade etmesinin sonsuz açılımı olduğunu keşfettiğim türdür kompozisyon. Kendimi müebbet hapislikten kurtaracak tüneli kazmak için elimde kalem ve kağıt vardı artık. Kompozisyon yazmak üzere verilen her konu kalemimden evrene bir sözler cümbüşü olarak yayılıveriyordu teklifsizce. 

Bir kompozisyon konumu hiç unutmadım. Okuduğumuz kitaplarla ilgili bir yazı yazmamızı istiyordu öğretmen. Neler okumuştum o zamana kadar. Açıkçası kitap okumakla çok barışık bir çocuk da değildim. Sadece sevdiklerini okuyan, okumayı eğlence kısmından alan bir bakışım vardı. İlkokulun son yıllarında okuduklarımı bir çırpıda döktürüvermiştim yazıma. Küçük Kara Balık, Güneşe Vurgun Çocuk, Şişkolarla Sıskalar, Kolo, Filler Sultanı İle Kırmızı Sakallı Topal Karınca, Kargalar, Yel Üfürdü Su Götürdü  vs. 

Yalnız bu kitapların ortak bir adı vardı. Arkadaş Kitaplar… 70’lerde hatta 80’lerde doğanlar bu kitapları hatırlayacaklardır. Arkadaş Kitaplar, Erdal Öz’ün Can Yayınları’ndan önce sahibi olduğu çocuk kitapları yayınladığı, yayınevinin adıydı. Okuyacağım kitapları ben seçmiyordum. Annem seçiyordu. Bunlar annemin seçimlerinin arasından benim sevdiklerimdi. Şimdi bir kısmı ve daha fazlası  Can Yayınları’nın çocuk kitaplığında bulunmakta. Aynılarını kızım okuyor. 

Hevesle yazdığım kompozisyondan tam not bir de aferin almıştım öğretmenimden. Öğretmen sınıfın karşısında ayakta durur kompozisyon notlarımızı söyler ve biz de kağıdımızı geri almak için yanına giderdik. Elimi kağıdımı almak üzere uzattığımda, kulağıma eğildi öğretmenim. Ve dedi ki: “Bu kitapları okumaya devam et, ama bunları okuduğunu herkesle paylaşma.” Öğretmenim beni korumaya çalışıyordu. Kitaplarda belli ki, benim sevdiğim, öğretmenimin sevdiği ve gördüğü, birilerinin de sevmediği, gördüğü ve korktuğu bir şeyler vardı. 

Darbe sonrası günlerdi. 12 Eylül'ün ardçı sarsıntıları bitmemişti ve aslında hiç bitmeyecekti. Başka yasaklar ve korkular da vardı. Onlar da belleğimden kopup dışarı çıkmak istediklerinde diğer yazılara konu olacak. Bellek sıkı sıkı saklar, sonra ne zaman isterse o zaman konuşur. 

Şimdi konuştu. Çünkü yine leğende duran yasaklar suyuna girdik. Şimdi de birileri benim çocuğuma, sen Şeker Portakalı okuma, Zeze’yle hiç arkadaş olma, o sana göre değil, diyor. Sevmeyi bilmeyen korkaklar hala varlar ve onlar hep olacaklar. 

Ama ben şuna inanıyorum ki, türkçenin güzel öğretmenleri ve Vasconcelos’la büyüyen güzel ana-babaları da  hala var.  Yaban Muzu’nun tadına bakmış, Kristal Yelkenli’ye binmiş, Kırmızı Papağan'ı görmüş, Vasconcelos'la zamanında güneşi uyandırmış ana –babalar.

Vasconcelos candır, Şeker Portakalı damardır. O damardan beslenenler yürekli ve sevgi dolu olurlar. Sevgi dolu ve cesur bir yürek leğenden ırmağa bir yol bulur.

O zaman da Herakleitos rahat uyur.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder