31 Aralık 2012 Pazartesi

YILBAŞININ DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ



Ne doğan güne hükmüm geçer,
Ne halden anlayan bulunur;
Ah aklımdan ölümüm geçer;
Sonra bu kuş, bu bahçe, bu nur.

Ve gönül Tanrısına der ki:
- Pervam yok verdiğin elemden;
Her mihnet kabulüm, yeter ki
Gün eksilmesin penceremden!

Cahit Sıtkı Tarancı…

Bu duyguyu seviyorum. Sadeleşmeyi, teslimiyeti, en basit arzuyu dileyip gerisini boş vermeyi. Olgunluk mu denmeli, doygunluk mu Tarancı’nın duygusuna? Yoksa hayattaki en önemli şeyi, yaşadıklarından süzerek demlenmesini bekleyerek bulmuşluk mu?  Şu yılbaşı çılgınlığının ortasında, bu büyük şehrin bizi, yani benim gibi insanları, hapsettiği yerden tam da böyle bakıyorum hayata. “…yeter ki, gün eksilmesin penceremden.”

Sevmiyorum yılbaşlarını. Çünkü  gece yarısına kadar kendimizi bir balon gibi şişirip, saatlerin  24’ü vuruşuyla bir duvara çarpıp hepimiz birer kabağa dönüşüyoruz yeniden. Umutlar yüklenen, dilekler dilenen, altı boş şekilsel duygusal şişkinliklerin sona vardığı an orası. Zavallı bir gündür 31 Aralık, onca insanın çeşitli düşlerine çaresizce bakan.  Önümüzde uzanan yeni yılı eskisinden ayıran sadece bir andır. Ve yaşam inadına bir süreklilik bir devamlılıktır.

Dünden yarına sıyrılırcasına geçmek  tüm bozgunlardan, olsa olsa kör bir inançtır. Daha hediye paketleri açılırken düşmeye başlarız içimizdeki yorgunluğa. Sadece çocuklar bundan ayrı tutulabilir. Büyükleri içlerindeki çocuğu yaşatmaya çağıran sözler de, en hafifinden, artık büyümüş olmalarının  acısını duymamaları için  verilen tesellilerdir.

Türkiye Felsefe Kurumu Başkanı Ioanna Kuçuradi,  Maya takvimine göre kıyametin kopacağı varsayılan 21 Aralık günü, insanların Şirince’ye yığılışıyla ilgili olarak kendisine yöneltilen soruyu şöyle cevapladı: “Bu bir anlam katma çabasıdır, insanın hayatına anlam katma çabası. Ben de böyle bir günde oradaydım, demek için gidiyor insanlar oraya, korktuklarından ya da inandıklarından değil.”

İnsanın anlam arayışının böyle bir noktada olduğunu düşünemezdim doğrusu. Galiba mutlu insan ve mutsuz insan arasındaki temel farkı da bu cümleler oluşturuyor. Bir sürünün şenliğinde kendini anlamlı ve önemli hissedebilenler ve her türlü şenlikte içindeki bozguncuya kulak verip biteviye soru üretenler. Elbette sürekli soru sorarak mutlu olmak mümkün değildir. Ama yaşamak denilen ağır yükü bir gece için hafifletmek de öyle.

İlkokuldayken, yeni yıl vesilesiyle kart yazmayı öğrenirdik. Kartpostal diye bir şey vardı. Üzeri simli olanı, kar manzarası olanı, kardan adamlı olanı çeşit çeşit. Onlardan alır, okula götürür, öğretmenimizin önderliğinde uzaktaki akraba ve arkadaşlarımız için kartlar hazırlardık. İyi dilek, sağlık ve mutluluk. O zamanlar bunlar önemli dileklerdi ve laf olsun diye değil yürekten söylendiği bilinirdi. Sonra onu bembeyaz zarfa koyup, adres yazar postaya verirdik. Postaya verme işlemi postaneden yapılırdı. Postane hastane gibi gerekli ve hani neredeyse bir o kadar kutsal bir yerdi. Aynı günlerde uzaktaki tanıdıklarımızdan da bize postacı amca kartlar getirirdi. Bir zarfın kart mı mektup mu olduğunu açmadan anlardık. Nasıl anlaşıldığını o günleri yaşayanlar bilir. Bu kart alış verişi tarihe yani kişisel tarihlerimize not düşmek gibiydi. Çünkü saklanırdı. Kıymetliydi. Önce ya bir büfenin içine konulur  ya bir ayna kenarına sıkıştırılır sonra da bir çekmecenin dibindeki uzun süre kalacağı yere yerleştirilirdi. Sanırım bu anlamlıydı. Yoksa yıllarca saklanır mıydı o kartpostallar?

Önce kartın arkasına, yazımız düzgün olsun diye, kurşun kalemle çizgiler çizer, sonra yine kurşun kalemle gerekenleri yazardık. Güzel yazı dersinde öğrendiğimiz el yazısının üzerinden  yine güzel yazı dersinde kullandığımız dolma kalemle geçerdik. Kuruduktan sonra üzerini silerdik. Hata yapmamak önemli olduğundan temkinli yapardık işimizi.

Bu geleneği sürdürmeye çalıştım büyüdükten sonra  da. Önce postanede pullar bitti. Şaka değil. Artık sadece makineden geçiriyorlar, her postanede de pul satılmıyor. Sonra tek başınalık, yani monoloğa dönüşen davranışım beni yordu. Bırakıverdim ucunu. Her şeyin çok kolay, hızlı ve çeşitli olduğu  çağımızda anlam arayışımızda kolay ve hızlıya yöneldi.

Şimdi renkli renkli ışıklarımız, her renkten çam ağaçlarımız, paket paket hediyelerimiz var. Daha çok dilek dileyebiliyor, daha çok istekte bulunabiliyoruz. Hatta eğer istersek bacadan değilse de kapıdan gelecek bir noel baba bile kiralayabiliyoruz. Ama çocuklarımız bile Noel Baba görünce heyecanlanmıyor. Arkadaşımın beş yaşındaki oğlu yuvaya gelen Noel Baba için “Zaten gerçek değil, bıyığının altında siyah sakalı vardı” dedi. Her fiyata Noel Baba bulunabildiği için, bazıları da traş olmayı önemsememiş olabiliyor demek ki.

Kartpostallarla gönderilen iyi dileklerin yerini başka araçlar aldı. Sürekli artan iletişim kanalları, sosyal çevre denilen kalabalığımızı artırıp, eller havaya modumuza gaz verirken  kurduğumuz ilişkilerin niteliğini de sorgulamayı unutturdu  bize. Tanıdıkla dostu, arkadaşla komşuyu, yakın arkadaşla arkadaşı  ayırmamız ve derecelendirmemiz gerekmez oldu artık. Her şey var ama samimiyet eksik. Buradaki samimiyet birileriyle samimi olmak anlamını taşımıyor farkındasınız ki. Samimiyet bir insana bir duruma ya da bir olaya duyulan samimiyet. İçtenlik bir anlamda. Herkesin yeni yılını şöyle bir tek mesajla kutlayabiliyorsak, hiç kimseye çok yakın değiliz tüm tanıdıklarımıza karşı aynı mesafedeyiz demektir. Eğer karşınızdaki kişiye söyleyecek bir iki özel cümleniz yoksa hiçbir söz söylememek de en iyisidir.

Yeni hayatlar 1 Ocak geldi diye başlamaz. Pencerenizde günü görebiliyorsanız başlar. O günün hiçbir özel anlamı yoksa ama siz yine de onu seviyor kabulleniyor ve ona anlam katmaya çalışıyorsanız başlar. Doğan günü anlamlandırmak yerine bir sonraki önemli tarih için yapacağınız hazırlıklara başlama telaşına düştüyseniz o önemli tarih gelene dek yoksunuz demektir. 

Öyleyse tüm iyi niyetimle diyorum ki, takvim hangi günü gösterirse göstersin, yeter ki gün eksilmesin pencerenizden ve samimiyet gönlünüzden.






Hiç yorum yok:

Yorum Gönder