10 Aralık 2012 Pazartesi

BİR FİNCAN TÜRK KAHVESİNİN KÖPÜĞÜNDE



O zamanlar dünya başka türlü dönerdi. İklimler başkaydı.

Sokakta çocuklar top koşturur, çamurlarda yuvarlanırlardı. Ozon delinmemiş GDO icad edilmemişti. Mahalleler küçük insanlar büyüktü. Denizde balık bol toprakta verim çoktu. Balıklar suda nefes alıyor, bitkiler güneş ve yağmurla toprakta yeşerip büyüyorlardı. Develer tellal pireler berber değildi belki ama beşikler tıngır mıngır sallanıyordu. Bu mahallelerin birinde yaşadım ben çocukken. Denizden başlayan yolu, arnavut kaldırımlarıyla döşenmiş bir yokuşun başındaki bir mahallede. Hastalığın sağlığın, doğumun ölümün, düğünün cenazenin paylaşıldığı bir mahallede. Yaşlılar evde oturur, erkekler işe gider, kadınlar evdeki işlerini bitirir gezerler, çocuklar sokakta oynarlardı. Kimlik, alt kimlik, üst kimlik, yan kimlik gibi kavramların bilinmediği, günlük yaşamın kelime dağarcığına girmediği o zamanlar da küçücük bir mahalleydik ama çok kalabalıktık aslında.


Bu mahallede dinleri farklı komşularımız da vardı. Mahallenin bolluk bereketi, keyfi eğlencesi, zenginliği ikiye katlanırdı. Çünkü birbirinin gelenek göreneklerini kabul edip benimsemiş, kutlamalarını, nezaket gereğinin ötesinde bir anlamla, bütünleştirmiş bir mahallenin insanlarıydı bizim büyüklerimiz. Diyelim, onların bayramlarında bizim evde yumurtalar kırmızıya boyanır, bizim bayramlarımızda onlar gelip büyüklerimizin elini öperlerdi.

Yani öyle bir karışımdı bizim mahalle. Havanın oksijen ve hidrojen karışımı olması kadar doğal, net ve eski.

O zamanlar ne bileyim, mesela, Amerika uzak bir ülke miydi, derin devlet icat edilmemiş bir kurgu muydu? Bilmiyorum.

İnsanların dünyası iki partinin etrafında döner dururdu. Bizim büyüklerimiz bu iki partinin etrafında konuşur, tartışır, gülüşürdü. Bu partilerden birine oy vermiş olmak diğerini yok etmeyi gerektirmezdi. Oy verme yerleri bir dört duvardan ibaret gizlilik içerse de, herkes günlük siyasi konuşmalardan kimin ne oy verdiğini açıkça bilirdi.  Öyle akşamdan sabaha hatta dünden yarına hatta geçen aydan gelecek aya siyasi görüş değişmezdi. Bana o çocuk halimle sorsalardı, mesela, ben bilirdim. Komşumuzun, akrabamızın, aile dostumuzun partisini. Sormazlardı tabi, o  günlerde çocuklar büyüklerin işine karışmazdı. Büyüklerin işlerinin sınırını belirlemek de hep büyüklerin işiydi. Nerede başlar nerede biter çocuklar asla anlamazdı. 

Dedim ya iklimler başkaydı diye. Günler daha uzun geceler daha da uzundu. Bir güne sığmayan iş yoktu mesela. Her şey sakin ve yavaş akardı. İnsanların durmaya, düşünmeye, bakmaya, görmeye, gülmeye, konuşmaya, paylaşmaya, sevmeye daha çok zamanı vardı. İzafiyet teorisi güncel belleğin yaşam tanımında bir başlık değildi. “Bugün nasıl akşam oldu” ya da “zaman da ne çabuk geçti” gibi cümleler kurulmazdı. Herkes günün nasıl akşama vardığını anlardı. Anneler çocuklarına, ezan okundu artık eve gel, derlerdi. Namazda gözleri olduğundan değil zamanı anlatmak için. Gözü olan da vardı mutlaka. Yaşlılar namaz kılardı. Gençlerin arasında da kılanlar vardıysa da kimlerdi bilmem. Çünkü kimse kimsenin namazıyla orucuyla uğraşmazdı. Uğraşmaya kalkan da hoş karşılanmazdı.  Namazını kılan orucunu tutan da kimsenin gözüne sokmazdı.  Mahallenin kendi kendini koruyan bir emniyet ve güvenlik sistemi vardı. Bu sistemin adı da duyarlılıktı.

Duyarlılık, bir eğitim meselesi mi? Nasıl oluşumların sonucunda edinilir? Bilgelik mi, görgü mü, edinilmiş bir davranış mı? O zamanlar var olan ama adı konulmamış bir durum mu? Bu günlere ulaşamayan bir duygu türü mü? GDO’lu insanın oluşum aşamasında yok olan bir şey mi? Yoksa kullanılmadıkları için yok olmaya başlayan yirmilik dişlerimiz gibi mi?

Büyükannem ve çağdaşları cahildiler ama duyarlıydılar. Nasıl cahildiler, diyelim, okuma yazma bilmezlerdi. Ama hepsinin bir uğraşı vardı. Bol olan zamanlarını el işleriyle verimli halde kullanırlardı. Okuma yazma bilmeden, doğru dürüst sayı sayamadan, örgü, dantel, oya gibi temeli saymaya dayalı işleri kotarmaları bana hala tuhaf gelir. Bunun dışında anneleri gezmedeyken torunlarına bakar, birbirlerini ziyaret edip sohbet ederlerdi. Ve yaşdaşları erkekler gibi türk kahvesi içerlerdi. O günlerden kalma olsa gerek bende, türk kahveli sohbetler, kısa sürede yaşanan derin ilişkilerin nezaketle şekillenişini anlatır.

Yağmurlu ve soğuk bir kasaba gününde sobayla ısınan geniş bir mutfakta, soba yandığına göre mevsim kışa dönmüş olmalı, büyükannem bir arkadaşı ve farklı dinden olan bir komşumuz  sohbet ediyordu. Ben de okuldan yeni gelmiş, sobanın yanına kedi misali kıvrılmış, bu sakin sohbeti kendime ninni etmiş bir yerde, uykuyla uyanıklık arasındaki o muhteşem boşlukta süzülüyordum. Bildik sesler, bildik sözler, bildik konuların oluşturduğu sohbet, alışkanlıkların her zaman güvenli, ortamında bir çeşit huzurdu yaşadığım. Taa ki bu bildik akış bozulana kadar. Alışkın olmadığım cümleler kulağıma çarpıncaya kadar.

Büyükannemin arkadaşı, farklı dinden olan komşumuza “çok iyisin çok hoşsun bir de müslüman olsan” diyene kadar. Korkmuş muydum, şaşırmış mıydım bilmiyorum ama çok utandığımı iyi biliyorum. Ben niye utanmıştım? Küçücük bir çocuktum. Ama utanmıştım. Sessiz kaldı herkes. Büyükannemin “tövbe tövbe, bu da nereden çıktı şimdi”si çalındı kulağıma. Şaşkındı belli. Gayri müslim komşumuz birkaç sözle geçiştirdi durumu ama sohbet fazla uzamadı.  Gitti. Büyükannemle arkadaşı  baş başa kaldılar. Büyükannem arkadaşını “komşusunun kalbini kırdığı için” azarladı. Herkesin dininin kendini ilgilendirdiğini, onların bizim yıllardır iyi birer komşumuz olduklarını ve yaptığının çok kötü bir şey olduğunu ona söyledi. Anladım ki o da çok utanmıştı. Arkadaşı kendini, öylesine ağzından çıkıverdiğini, kötü bir niyeti olmadığını, söyleyerek savundu. O da hatasını anlamıştı ve komşusunun gönlünü alacağına dair büyükanneme söz verdi. Rahatım kaçmıştı, “muhteşem boşluk”tan düşmüştüm. 

Dedim ya işte, dünya farklı dönüyordu. Çocuklar beşikte sallanıyordu ama insanlar ayakta uyumuyordu. Her şeye isim koymasalar bile adı konmuş şeyleri de bir çırpıda silip atmazlardı. Komşuluk, arkadaşlık, dosluk, akrabalık pi sayısı kadar değişmez ve tekdi. Mahallede çevresi 2 pi r olan dünyayı dolaşmak hayal, master doktora nadir bulunur derecelerdi ama 2 çarpı 2’yi bilmeden oya işleyen, renk renk motifler döktüren yaşlılar saygıyı, sevgiyi, kardeşliği korurlardı.

Sonra dünyanın o başka türlü dönüşü kimseyi ilgilendirmez oldu. Herkes kendi yarattığı bireysel dünyasının nasıl döndüğüyle ilgilendi. Hatta kimileri bunu yegane bir zevke kimileri de tapınma aracına dönüştürdü.

Duyarlılık, karşılıklı içilen bir fincan türk kahvesinin köpüğünde saklı geçmiş bir düş, bir masal oldu.

Gökten üç elma da düşürmek isterdim ama artık düşse de kimse inanmaz. Hem de hiç kimse. Çocuklar bile.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder