O zamanlar
dünya başka türlü dönerdi. İklimler başkaydı.
Sokakta
çocuklar top koşturur, çamurlarda yuvarlanırlardı. Ozon delinmemiş GDO icad
edilmemişti. Mahalleler küçük insanlar büyüktü. Denizde balık bol toprakta
verim çoktu. Balıklar suda nefes alıyor, bitkiler güneş ve yağmurla toprakta
yeşerip büyüyorlardı. Develer
tellal pireler berber değildi belki ama beşikler tıngır mıngır sallanıyordu. Bu
mahallelerin birinde yaşadım ben çocukken. Denizden başlayan yolu, arnavut
kaldırımlarıyla döşenmiş bir yokuşun başındaki bir mahallede. Hastalığın
sağlığın, doğumun ölümün, düğünün cenazenin paylaşıldığı bir mahallede. Yaşlılar
evde oturur, erkekler işe gider, kadınlar evdeki işlerini bitirir gezerler,
çocuklar sokakta oynarlardı. Kimlik, alt
kimlik, üst kimlik, yan kimlik gibi kavramların bilinmediği, günlük yaşamın
kelime dağarcığına girmediği o zamanlar da küçücük bir mahalleydik ama çok
kalabalıktık aslında.
Bu mahallede
dinleri farklı komşularımız da vardı. Mahallenin bolluk bereketi, keyfi
eğlencesi, zenginliği ikiye katlanırdı. Çünkü birbirinin gelenek göreneklerini
kabul edip benimsemiş, kutlamalarını, nezaket gereğinin ötesinde bir anlamla,
bütünleştirmiş bir mahallenin insanlarıydı bizim büyüklerimiz. Diyelim, onların
bayramlarında bizim evde yumurtalar kırmızıya boyanır, bizim bayramlarımızda
onlar gelip büyüklerimizin elini öperlerdi.
Yani öyle
bir karışımdı bizim mahalle. Havanın oksijen ve hidrojen karışımı olması kadar doğal, net ve
eski.
O zamanlar
ne bileyim, mesela, Amerika uzak bir ülke miydi, derin devlet icat edilmemiş
bir kurgu muydu? Bilmiyorum.
İnsanların
dünyası iki partinin etrafında döner dururdu. Bizim büyüklerimiz bu iki
partinin etrafında konuşur, tartışır, gülüşürdü. Bu partilerden birine oy
vermiş olmak diğerini yok etmeyi gerektirmezdi. Oy verme yerleri bir dört
duvardan ibaret gizlilik içerse de, herkes günlük siyasi konuşmalardan kimin ne
oy verdiğini açıkça bilirdi. Öyle
akşamdan sabaha hatta dünden yarına hatta geçen aydan gelecek aya siyasi görüş
değişmezdi. Bana o çocuk halimle sorsalardı, mesela, ben bilirdim. Komşumuzun,
akrabamızın, aile dostumuzun partisini. Sormazlardı tabi, o günlerde çocuklar büyüklerin işine
karışmazdı. Büyüklerin işlerinin sınırını belirlemek de hep büyüklerin işiydi.
Nerede başlar nerede biter çocuklar asla anlamazdı.
Dedim ya
iklimler başkaydı diye. Günler daha uzun geceler daha da uzundu. Bir güne
sığmayan iş yoktu mesela. Her şey sakin ve yavaş akardı. İnsanların durmaya,
düşünmeye, bakmaya, görmeye, gülmeye, konuşmaya, paylaşmaya, sevmeye daha çok
zamanı vardı. İzafiyet teorisi güncel belleğin yaşam tanımında bir başlık
değildi. “Bugün nasıl akşam oldu” ya da “zaman da ne çabuk geçti” gibi cümleler
kurulmazdı. Herkes günün nasıl akşama vardığını anlardı. Anneler çocuklarına,
ezan okundu artık eve gel, derlerdi. Namazda gözleri olduğundan değil zamanı
anlatmak için. Gözü olan da vardı mutlaka. Yaşlılar namaz kılardı. Gençlerin
arasında da kılanlar vardıysa da kimlerdi bilmem. Çünkü kimse kimsenin
namazıyla orucuyla uğraşmazdı. Uğraşmaya kalkan da hoş karşılanmazdı. Namazını kılan orucunu tutan da kimsenin
gözüne sokmazdı. Mahallenin kendi
kendini koruyan bir emniyet ve güvenlik sistemi vardı. Bu sistemin adı da
duyarlılıktı.
Duyarlılık,
bir eğitim meselesi mi? Nasıl oluşumların sonucunda edinilir? Bilgelik mi,
görgü mü, edinilmiş bir davranış mı? O zamanlar var olan ama adı konulmamış bir
durum mu? Bu günlere ulaşamayan bir duygu türü mü? GDO’lu insanın oluşum
aşamasında yok olan bir şey mi? Yoksa kullanılmadıkları için yok olmaya başlayan
yirmilik dişlerimiz gibi mi?
Büyükannem
ve çağdaşları cahildiler ama duyarlıydılar. Nasıl cahildiler, diyelim, okuma
yazma bilmezlerdi. Ama hepsinin bir uğraşı vardı. Bol olan zamanlarını el
işleriyle verimli halde kullanırlardı. Okuma yazma bilmeden, doğru dürüst sayı
sayamadan, örgü, dantel, oya gibi temeli saymaya dayalı işleri kotarmaları bana
hala tuhaf gelir. Bunun dışında anneleri gezmedeyken torunlarına bakar,
birbirlerini ziyaret edip sohbet ederlerdi. Ve yaşdaşları erkekler gibi türk
kahvesi içerlerdi. O günlerden kalma olsa gerek bende, türk kahveli
sohbetler, kısa sürede yaşanan derin ilişkilerin nezaketle şekillenişini
anlatır.
Yağmurlu ve
soğuk bir kasaba gününde sobayla ısınan geniş bir mutfakta, soba yandığına göre
mevsim kışa dönmüş olmalı, büyükannem bir arkadaşı ve farklı dinden olan bir
komşumuz sohbet ediyordu. Ben de okuldan
yeni gelmiş, sobanın yanına kedi misali kıvrılmış, bu sakin sohbeti kendime
ninni etmiş bir yerde, uykuyla uyanıklık arasındaki o muhteşem boşlukta
süzülüyordum. Bildik sesler, bildik sözler, bildik konuların oluşturduğu
sohbet, alışkanlıkların her zaman güvenli, ortamında bir çeşit huzurdu
yaşadığım. Taa ki bu bildik akış bozulana kadar. Alışkın olmadığım cümleler
kulağıma çarpıncaya kadar.
Büyükannemin
arkadaşı, farklı dinden olan komşumuza “çok iyisin çok hoşsun bir de müslüman
olsan” diyene kadar. Korkmuş muydum, şaşırmış mıydım bilmiyorum ama çok
utandığımı iyi biliyorum. Ben niye utanmıştım? Küçücük bir çocuktum. Ama
utanmıştım. Sessiz kaldı herkes. Büyükannemin “tövbe tövbe, bu da nereden çıktı
şimdi”si çalındı kulağıma. Şaşkındı belli. Gayri müslim komşumuz birkaç sözle
geçiştirdi durumu ama sohbet fazla uzamadı.
Gitti. Büyükannemle arkadaşı baş
başa kaldılar. Büyükannem arkadaşını “komşusunun kalbini kırdığı için”
azarladı. Herkesin dininin kendini ilgilendirdiğini, onların bizim yıllardır
iyi birer komşumuz olduklarını ve yaptığının çok kötü bir şey olduğunu ona
söyledi. Anladım ki o da çok utanmıştı. Arkadaşı kendini, öylesine ağzından
çıkıverdiğini, kötü bir niyeti olmadığını, söyleyerek savundu. O da
hatasını anlamıştı ve komşusunun gönlünü alacağına dair büyükanneme söz verdi.
Rahatım kaçmıştı, “muhteşem boşluk”tan düşmüştüm.
Dedim ya
işte, dünya farklı dönüyordu. Çocuklar beşikte sallanıyordu ama insanlar ayakta
uyumuyordu. Her şeye isim koymasalar bile adı konmuş şeyleri de bir çırpıda
silip atmazlardı. Komşuluk, arkadaşlık, dosluk, akrabalık pi sayısı kadar
değişmez ve tekdi. Mahallede çevresi 2 pi r olan dünyayı dolaşmak hayal,
master doktora nadir bulunur derecelerdi ama 2 çarpı 2’yi bilmeden oya işleyen,
renk renk motifler döktüren yaşlılar saygıyı, sevgiyi, kardeşliği korurlardı.
Sonra
dünyanın o başka türlü dönüşü kimseyi ilgilendirmez oldu. Herkes kendi
yarattığı bireysel dünyasının nasıl döndüğüyle ilgilendi. Hatta kimileri bunu
yegane bir zevke kimileri de tapınma aracına dönüştürdü.
Duyarlılık,
karşılıklı içilen bir fincan türk kahvesinin köpüğünde saklı geçmiş bir düş,
bir masal oldu.
Gökten üç
elma da düşürmek isterdim ama artık düşse de kimse inanmaz. Hem de hiç kimse.
Çocuklar bile.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder