Ne doğan güne hükmüm geçer,
Ne halden anlayan bulunur;
Ah aklımdan ölümüm geçer;
Sonra bu kuş, bu bahçe, bu nur.
Ve gönül Tanrısına der ki:
- Pervam yok verdiğin elemden;
Her mihnet kabulüm, yeter ki
Gün eksilmesin penceremden!
Cahit Sıtkı Tarancı…
Bu duyguyu seviyorum. Sadeleşmeyi,
teslimiyeti, en basit arzuyu dileyip gerisini boş vermeyi. Olgunluk mu denmeli,
doygunluk mu Tarancı’nın duygusuna? Yoksa hayattaki en önemli şeyi,
yaşadıklarından süzerek demlenmesini
bekleyerek bulmuşluk mu? Şu yılbaşı
çılgınlığının ortasında, bu büyük şehrin bizi, yani benim gibi insanları,
hapsettiği yerden tam da böyle bakıyorum hayata. “…yeter ki, gün eksilmesin
penceremden.”
Sevmiyorum yılbaşlarını. Çünkü gece yarısına kadar kendimizi bir balon gibi
şişirip, saatlerin 24’ü vuruşuyla bir
duvara çarpıp hepimiz birer kabağa dönüşüyoruz yeniden. Umutlar yüklenen,
dilekler dilenen, altı boş şekilsel duygusal şişkinliklerin sona vardığı an
orası. Zavallı bir gündür 31 Aralık, onca insanın çeşitli düşlerine çaresizce
bakan. Önümüzde uzanan yeni yılı eskisinden
ayıran sadece bir andır. Ve yaşam inadına bir süreklilik bir devamlılıktır.
Dünden yarına sıyrılırcasına
geçmek tüm bozgunlardan, olsa olsa kör
bir inançtır. Daha hediye paketleri açılırken düşmeye başlarız içimizdeki
yorgunluğa. Sadece çocuklar bundan ayrı tutulabilir. Büyükleri içlerindeki
çocuğu yaşatmaya çağıran sözler de, en hafifinden, artık büyümüş olmalarının acısını duymamaları için verilen tesellilerdir.
Türkiye Felsefe Kurumu Başkanı
Ioanna Kuçuradi, Maya takvimine göre
kıyametin kopacağı varsayılan 21 Aralık günü, insanların Şirince’ye yığılışıyla
ilgili olarak kendisine yöneltilen soruyu şöyle cevapladı: “Bu bir anlam katma
çabasıdır, insanın hayatına anlam katma çabası. Ben de böyle bir günde
oradaydım, demek için gidiyor insanlar oraya, korktuklarından ya da
inandıklarından değil.”
İnsanın anlam arayışının böyle bir
noktada olduğunu düşünemezdim doğrusu. Galiba mutlu insan ve mutsuz insan
arasındaki temel farkı da bu cümleler oluşturuyor. Bir sürünün şenliğinde
kendini anlamlı ve önemli hissedebilenler ve her türlü şenlikte içindeki
bozguncuya kulak verip biteviye soru üretenler. Elbette sürekli soru sorarak
mutlu olmak mümkün değildir. Ama yaşamak denilen ağır yükü bir gece için
hafifletmek de öyle.
İlkokuldayken, yeni yıl vesilesiyle
kart yazmayı öğrenirdik. Kartpostal diye bir şey vardı. Üzeri simli olanı, kar
manzarası olanı, kardan adamlı olanı çeşit çeşit. Onlardan alır, okula götürür,
öğretmenimizin önderliğinde uzaktaki akraba ve arkadaşlarımız için kartlar
hazırlardık. İyi dilek, sağlık ve mutluluk. O zamanlar bunlar önemli dileklerdi
ve laf olsun diye değil yürekten söylendiği bilinirdi. Sonra onu bembeyaz zarfa
koyup, adres yazar postaya verirdik. Postaya verme işlemi postaneden yapılırdı.
Postane hastane gibi gerekli ve hani neredeyse bir o kadar kutsal bir yerdi.
Aynı günlerde uzaktaki tanıdıklarımızdan da bize postacı amca kartlar
getirirdi. Bir zarfın kart mı mektup mu olduğunu açmadan anlardık. Nasıl
anlaşıldığını o günleri yaşayanlar bilir. Bu kart alış verişi tarihe yani
kişisel tarihlerimize not düşmek gibiydi. Çünkü saklanırdı. Kıymetliydi. Önce ya
bir büfenin içine konulur ya bir ayna
kenarına sıkıştırılır sonra da bir çekmecenin dibindeki uzun süre kalacağı yere
yerleştirilirdi. Sanırım bu anlamlıydı. Yoksa yıllarca saklanır mıydı o
kartpostallar?
Önce kartın arkasına, yazımız düzgün
olsun diye, kurşun kalemle çizgiler çizer, sonra yine kurşun kalemle
gerekenleri yazardık. Güzel yazı dersinde öğrendiğimiz el yazısının üzerinden yine güzel yazı dersinde kullandığımız dolma
kalemle geçerdik. Kuruduktan sonra üzerini silerdik. Hata yapmamak önemli
olduğundan temkinli yapardık işimizi.
Bu geleneği sürdürmeye çalıştım
büyüdükten sonra da. Önce postanede
pullar bitti. Şaka değil. Artık sadece makineden geçiriyorlar, her postanede de
pul satılmıyor. Sonra tek başınalık, yani monoloğa dönüşen davranışım beni
yordu. Bırakıverdim ucunu. Her şeyin çok kolay, hızlı ve çeşitli olduğu çağımızda anlam arayışımızda kolay ve hızlıya
yöneldi.
Şimdi renkli renkli ışıklarımız, her
renkten çam ağaçlarımız, paket paket hediyelerimiz var. Daha çok dilek
dileyebiliyor, daha çok istekte bulunabiliyoruz. Hatta eğer istersek bacadan
değilse de kapıdan gelecek bir noel baba bile kiralayabiliyoruz. Ama
çocuklarımız bile Noel Baba görünce heyecanlanmıyor. Arkadaşımın beş yaşındaki
oğlu yuvaya gelen Noel Baba için “Zaten gerçek değil, bıyığının altında siyah
sakalı vardı” dedi. Her fiyata Noel Baba bulunabildiği için, bazıları da traş
olmayı önemsememiş olabiliyor demek ki.
Kartpostallarla gönderilen iyi
dileklerin yerini başka araçlar aldı. Sürekli artan iletişim kanalları, sosyal
çevre denilen kalabalığımızı artırıp, eller havaya modumuza gaz verirken kurduğumuz ilişkilerin niteliğini de sorgulamayı
unutturdu bize. Tanıdıkla dostu,
arkadaşla komşuyu, yakın arkadaşla arkadaşı ayırmamız ve derecelendirmemiz gerekmez oldu artık.
Her şey var ama samimiyet eksik. Buradaki samimiyet birileriyle samimi olmak
anlamını taşımıyor farkındasınız ki. Samimiyet bir insana bir duruma ya da bir
olaya duyulan samimiyet. İçtenlik bir anlamda. Herkesin yeni yılını şöyle bir
tek mesajla kutlayabiliyorsak, hiç kimseye çok yakın değiliz tüm tanıdıklarımıza
karşı aynı mesafedeyiz demektir. Eğer karşınızdaki kişiye söyleyecek bir iki
özel cümleniz yoksa hiçbir söz söylememek de en iyisidir.
Yeni hayatlar 1 Ocak geldi diye
başlamaz. Pencerenizde günü görebiliyorsanız başlar. O günün hiçbir özel anlamı
yoksa ama siz yine de onu seviyor kabulleniyor ve ona anlam katmaya
çalışıyorsanız başlar. Doğan günü anlamlandırmak yerine bir sonraki önemli
tarih için yapacağınız hazırlıklara başlama telaşına düştüyseniz o önemli tarih
gelene dek yoksunuz demektir.
Öyleyse tüm iyi niyetimle diyorum ki, takvim hangi günü gösterirse göstersin, yeter ki gün eksilmesin pencerenizden ve samimiyet gönlünüzden.