Film günüydü
bugün. Filmin adı “Kelebeğin Rüyası”…
Vizyon
tarihinden önce başlayan tanıtım süreci boyunca ve sonrasında Kelebeğin
Rüyası’yla ilgili haberleri takip etmeye çalıştım. Çünkü filme konu olan,
yapıtları günümüze ulaşamamış iki şairin hikayesi ilgimi çekti. Garip akımının
destekçisi ve takipçisi Zonguldak’lı iki şair; Rüştü Onur ve Muzaffer Tayyip…
Basında filmin, bu iki şairin hayatlarının kısa bir bölümünün alıntısı olduğu
yazıldı çizildi. Okumaya olan merakım izlemeye olandan daha güçlü olduğu için
izlemeden önce biraz bilgi edinmek amacıyla okumayı seçtim. Rüştü Onur’un
ölümünün ardından Salah Birsel tarafından yayına hazırlanmış şiirlerini ve
mektuplarını içeren kitap, Sel Yayıncılık’tan tekrar basılmış. Mustafa Tayyip
Uslu’nun şiirlerini ve birkaç tane yazısını içeren kitapsa Yapı Kredi
Yayıncılık’tan çıkmış. (Yayınevlerinin elinde, böylesi kıymetli başka kopyalar
varsa, filmi yapılmadan, az sayıda da olsa basmaları güzel olurdu. Sonuçta
herşey para değil. Misyon olarak edebiyata hizmet nerede kaldı acaba?)
Bu iki
şairin, hayata bakışlarına, şiire olan sevdalarına hayran kaldım. Buradaki
sevda sözcüğünden kastım, şiir yazmak kadar, iyi şiir üzerine düşünmeye, kavga
vermeye, eskinin yerine yeniyi getirmenin tüm zorluğuna rağmen inatla bildikleri
yolda yürümeye varan bir sevda. Yirmili yaşlarının ortalarına varmadan bu
dünyadan ayrılmak zorunda kalan bu genç şairler için üzüldüğüm kadar türk şiiri
için de üzüldüm.
İşte böylesi bir duygu ikliminde başladım
filmi izlemeye.
İlk
görüntüleri algılamam biraz uzun sürdü. Gerçi görüntülerin öncesinde iki
satırlık bir yazı vardı ama olanı açıklamaya yetersizdi. Bu kareler
1940’larda kömür madenlerinde çalışan köylüleri anlatıyordu. Doğrusu şu ki,bu bölümü filmin bütünlüğü içerinde bir yere koyamadım. Çünkü bizim
şairlerimiz, o maden ocaklarında memur olarak çalışmaktaydılar ve filmin geri
kalan hiçbir noktası işçiler üzerine kurgulanmış değildi. Zaten bu maden
ocakları bölümü filmin ilk yarısından sonra bir daha konu edilmedi. Yılmaz
Erdoğan ( senarist ve yönetmen) filmin ana çizgisinden sapmak uğruna mesaj
kaygısına düşmüştü sanırım. Çünkü bu köylüler savaş nedeniyle çıkarılan 2.
Mükellefiyet Yasası (İlki Osmanlı döneminde çıkarılmış) gereği, madenlerde
zorunlu olarak çalıştırılıyorlardı. Başlarında jandarmalar vardı. Sadece iki
satırlık yazı ve ardından nazi kamplarını andıran görüntülerle verilen bu durum
bana tek partili dönemi hedef göstermekten başka bir işe yaramamış gibi geldi.
Aynı birilerinin, dönemin ruhunu kavramadan, iyice araştırmadan sadece saldırı
amacıyla yaptığı, “bunlar camileri ahır yapıp hayvanlarını soktular” demesi ya
da bilimsel araştırmaları kürsüye “bunlar türklerin kafataslarını ölçtüler” diyerek
taşıması gibi. Çünkü 2. Mükellefiyet
yasalarının altında, maden işletmelerinin Fransızlardan alınıp
devletleştirilmesi ve savaş sebebiyle kömür rezervlerini artırma çabası vardı. Ne
tek parti döneminin politikalarını savunuyorum ne de insanların uygun olmayan
koşullarda zorla çalıştırılmalarını. Ama, iki şairin hayatı üzerinden, hem de
bu hayatlara hiçbir şekilde değmeyen bu durumu filmin içine sokup, siyasi mesaj verme çabasını da hiç doğru bulmadım.
Film
şairlerin hayatlarıyla birebir örtüşmüyor. Olabilir. İzleyecek olanlar bunu
gerçek ve bire bir yaşam öyküsü saymasınlar diye söylüyorum. Ayrıca bir dönem
filmi olarak değerlendirilebilmesi için de eksikleri var. Görsel detaylar
ustaca düşünülmüş ve dönemi yansıtıyor ama diyaloglar aynı derecede özenli
değil.
Filmin
başlangıç noktası, iki şairin de aynı kızı beğenmesi. Olay örgüsü de bu tema
üzerinden kuruluyor. Bir oyun olarak başlayan iş, Muzaffer Tayyip için büyük
bir aşka dönüşüyor. Burada bir zengin kız-fakir oğlan aşkı bağımsız bir şekilde
yol almaya başlıyor. Diğer tarafta Rüştü’nün senatoryum günleri ve başka bir
aşka yelken açışı var. Bu tema çokluğu yer yer filmdeki ritmi bozmuş, akışı
yavaşlatmış.
Yılmaz
Erdoğan, sinema dili ve gözü olarak sevdiğim yönetmenlerden. Rüştü Onur ve
Muzaffer Tayyip’in yaşamlarından yola çıkarak kurguladığı bu film, keyifle izleniyor.
Filmlerinde izleyenleri, kahramanlarının duygu dünyasının içine alma başarısı
her zaman yüksek. Yüreğe dokunan öyküler kurmayı başarıyor. Yine bu filme
dönersek, zaten, bir taraftan şiirle yaşayan ve edebiyat dünyasında bir yer
edinmek için uğraşan, bir taraftan da veremle savaşan bu şairlerin hayatları
başlı başına duygusal bir öykü. Yönetmenin gözünden hikaye, yer yer gerçekten
uzaklaşsa da, güzel bir öykü olarak perdeye yansımış.
Oyuncu
seçimlerine diyecek söz yok. Rüştü Onur’u oynayan Mert Fırat, çok iyi bir
oyunculuk sergilemiş. Muzaffer Tayyip rolündeki Kıvanç Tatlıtuğ ise bence
oyuncu doğanlardan. Muhteşem bir oyunculuk onunki. Dizilerin sıradanlaştırdığı
yüzleri perde de böylesi çıkışlarla izleyebilmek çok keyifli. Belçim
Bilgin(Suzan), o rol için artık geçmiş olan yaşına rağmen kusursuz. Ama Behçet
Necatil rolünü kendine ayıran Yılmaz Erdoğan keşke başka bir oyuncu seçseydi
iyi olurdu derim. Çünkü ortaya çıkan kişi, içine Yılmaz Erdoğan girmiş bir
Behçet Necatigil olmuş. Şairlerin hocası olarak görmem gereken Behçet
Necatigil’i BKM’nin hocası Yılmaz Erdoğan olarak gördüğüm sahne sayısı çok
fazla. Sanırım bu hoca rolünü kendisi için yazmış.
Tüm bu eleştirilerin ardından, Erdoğan’ın
teşekkürünü de ihmal etmemek lazım. Çünkü bu şairlerin izini sürüp gün ışığına çıkarma
gayreti teşekkürü hakediyor.( Keşke daha az mesaj kaygısı taşısaydı.) Çünkü
ikisinin de ölene kadar en çok istedikleri şey bir kitaplarının olması, ya da
en azından bir dergide bir şiirlerinin çıkmasıydı. Onlar, birileri onları görsün
ve yaptıkları iş üzerine konuşsun istiyorlardı.
Bu hayata
erken veda etmek zorunda kalan şair adamların mektuplarını ve şiirlerini
okumalı. Okumalı çünkü, gerçek aşk onların şiirinde gizli. Her şey “şiirin bahanesi”. Yazı perdeden güçlüdür, her zaman… O yüzden, iyi okumalar...
Rüştü Onur,
Salah Birsel, Şiirleri-Mektupları- Ardından Yazılanlar, Sel Yayıncılık, 125 s.
Muzaffer
Tayyip Uslu, Şimdilik, Şiir, YKY, 77 s.