31 Aralık 2012 Pazartesi

YILBAŞININ DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ



Ne doğan güne hükmüm geçer,
Ne halden anlayan bulunur;
Ah aklımdan ölümüm geçer;
Sonra bu kuş, bu bahçe, bu nur.

Ve gönül Tanrısına der ki:
- Pervam yok verdiğin elemden;
Her mihnet kabulüm, yeter ki
Gün eksilmesin penceremden!

Cahit Sıtkı Tarancı…

Bu duyguyu seviyorum. Sadeleşmeyi, teslimiyeti, en basit arzuyu dileyip gerisini boş vermeyi. Olgunluk mu denmeli, doygunluk mu Tarancı’nın duygusuna? Yoksa hayattaki en önemli şeyi, yaşadıklarından süzerek demlenmesini bekleyerek bulmuşluk mu?  Şu yılbaşı çılgınlığının ortasında, bu büyük şehrin bizi, yani benim gibi insanları, hapsettiği yerden tam da böyle bakıyorum hayata. “…yeter ki, gün eksilmesin penceremden.”

Sevmiyorum yılbaşlarını. Çünkü  gece yarısına kadar kendimizi bir balon gibi şişirip, saatlerin  24’ü vuruşuyla bir duvara çarpıp hepimiz birer kabağa dönüşüyoruz yeniden. Umutlar yüklenen, dilekler dilenen, altı boş şekilsel duygusal şişkinliklerin sona vardığı an orası. Zavallı bir gündür 31 Aralık, onca insanın çeşitli düşlerine çaresizce bakan.  Önümüzde uzanan yeni yılı eskisinden ayıran sadece bir andır. Ve yaşam inadına bir süreklilik bir devamlılıktır.

Dünden yarına sıyrılırcasına geçmek  tüm bozgunlardan, olsa olsa kör bir inançtır. Daha hediye paketleri açılırken düşmeye başlarız içimizdeki yorgunluğa. Sadece çocuklar bundan ayrı tutulabilir. Büyükleri içlerindeki çocuğu yaşatmaya çağıran sözler de, en hafifinden, artık büyümüş olmalarının  acısını duymamaları için  verilen tesellilerdir.

Türkiye Felsefe Kurumu Başkanı Ioanna Kuçuradi,  Maya takvimine göre kıyametin kopacağı varsayılan 21 Aralık günü, insanların Şirince’ye yığılışıyla ilgili olarak kendisine yöneltilen soruyu şöyle cevapladı: “Bu bir anlam katma çabasıdır, insanın hayatına anlam katma çabası. Ben de böyle bir günde oradaydım, demek için gidiyor insanlar oraya, korktuklarından ya da inandıklarından değil.”

İnsanın anlam arayışının böyle bir noktada olduğunu düşünemezdim doğrusu. Galiba mutlu insan ve mutsuz insan arasındaki temel farkı da bu cümleler oluşturuyor. Bir sürünün şenliğinde kendini anlamlı ve önemli hissedebilenler ve her türlü şenlikte içindeki bozguncuya kulak verip biteviye soru üretenler. Elbette sürekli soru sorarak mutlu olmak mümkün değildir. Ama yaşamak denilen ağır yükü bir gece için hafifletmek de öyle.

İlkokuldayken, yeni yıl vesilesiyle kart yazmayı öğrenirdik. Kartpostal diye bir şey vardı. Üzeri simli olanı, kar manzarası olanı, kardan adamlı olanı çeşit çeşit. Onlardan alır, okula götürür, öğretmenimizin önderliğinde uzaktaki akraba ve arkadaşlarımız için kartlar hazırlardık. İyi dilek, sağlık ve mutluluk. O zamanlar bunlar önemli dileklerdi ve laf olsun diye değil yürekten söylendiği bilinirdi. Sonra onu bembeyaz zarfa koyup, adres yazar postaya verirdik. Postaya verme işlemi postaneden yapılırdı. Postane hastane gibi gerekli ve hani neredeyse bir o kadar kutsal bir yerdi. Aynı günlerde uzaktaki tanıdıklarımızdan da bize postacı amca kartlar getirirdi. Bir zarfın kart mı mektup mu olduğunu açmadan anlardık. Nasıl anlaşıldığını o günleri yaşayanlar bilir. Bu kart alış verişi tarihe yani kişisel tarihlerimize not düşmek gibiydi. Çünkü saklanırdı. Kıymetliydi. Önce ya bir büfenin içine konulur  ya bir ayna kenarına sıkıştırılır sonra da bir çekmecenin dibindeki uzun süre kalacağı yere yerleştirilirdi. Sanırım bu anlamlıydı. Yoksa yıllarca saklanır mıydı o kartpostallar?

Önce kartın arkasına, yazımız düzgün olsun diye, kurşun kalemle çizgiler çizer, sonra yine kurşun kalemle gerekenleri yazardık. Güzel yazı dersinde öğrendiğimiz el yazısının üzerinden  yine güzel yazı dersinde kullandığımız dolma kalemle geçerdik. Kuruduktan sonra üzerini silerdik. Hata yapmamak önemli olduğundan temkinli yapardık işimizi.

Bu geleneği sürdürmeye çalıştım büyüdükten sonra  da. Önce postanede pullar bitti. Şaka değil. Artık sadece makineden geçiriyorlar, her postanede de pul satılmıyor. Sonra tek başınalık, yani monoloğa dönüşen davranışım beni yordu. Bırakıverdim ucunu. Her şeyin çok kolay, hızlı ve çeşitli olduğu  çağımızda anlam arayışımızda kolay ve hızlıya yöneldi.

Şimdi renkli renkli ışıklarımız, her renkten çam ağaçlarımız, paket paket hediyelerimiz var. Daha çok dilek dileyebiliyor, daha çok istekte bulunabiliyoruz. Hatta eğer istersek bacadan değilse de kapıdan gelecek bir noel baba bile kiralayabiliyoruz. Ama çocuklarımız bile Noel Baba görünce heyecanlanmıyor. Arkadaşımın beş yaşındaki oğlu yuvaya gelen Noel Baba için “Zaten gerçek değil, bıyığının altında siyah sakalı vardı” dedi. Her fiyata Noel Baba bulunabildiği için, bazıları da traş olmayı önemsememiş olabiliyor demek ki.

Kartpostallarla gönderilen iyi dileklerin yerini başka araçlar aldı. Sürekli artan iletişim kanalları, sosyal çevre denilen kalabalığımızı artırıp, eller havaya modumuza gaz verirken  kurduğumuz ilişkilerin niteliğini de sorgulamayı unutturdu  bize. Tanıdıkla dostu, arkadaşla komşuyu, yakın arkadaşla arkadaşı  ayırmamız ve derecelendirmemiz gerekmez oldu artık. Her şey var ama samimiyet eksik. Buradaki samimiyet birileriyle samimi olmak anlamını taşımıyor farkındasınız ki. Samimiyet bir insana bir duruma ya da bir olaya duyulan samimiyet. İçtenlik bir anlamda. Herkesin yeni yılını şöyle bir tek mesajla kutlayabiliyorsak, hiç kimseye çok yakın değiliz tüm tanıdıklarımıza karşı aynı mesafedeyiz demektir. Eğer karşınızdaki kişiye söyleyecek bir iki özel cümleniz yoksa hiçbir söz söylememek de en iyisidir.

Yeni hayatlar 1 Ocak geldi diye başlamaz. Pencerenizde günü görebiliyorsanız başlar. O günün hiçbir özel anlamı yoksa ama siz yine de onu seviyor kabulleniyor ve ona anlam katmaya çalışıyorsanız başlar. Doğan günü anlamlandırmak yerine bir sonraki önemli tarih için yapacağınız hazırlıklara başlama telaşına düştüyseniz o önemli tarih gelene dek yoksunuz demektir. 

Öyleyse tüm iyi niyetimle diyorum ki, takvim hangi günü gösterirse göstersin, yeter ki gün eksilmesin pencerenizden ve samimiyet gönlünüzden.






23 Aralık 2012 Pazar

BİR GÜNLÜKTEN BİR KAÇ KUŞAĞA



Osmanlı İmparatorluğu zamanında, Kafkasya’dan kız çocuklarının kaçırılıp, saraya, konaklara cariye ya da köle olarak satıldıkları, aslında herkesin kulaktan dolma da olsa bildiği bir konudur. Çok çok eski zamanlar da olmuş olmasından ötürü ya da kulaktan duyulduğu için, kim bilir, masal gibi gelir  insanlara. Bu tarz olayların hangi yaşamları nasıl biçimlendirdiği üzerine, doğrusu çok az kafa yorulmuştur.  Bir taraftan müslüman oldukları için Rus yönetimlerinden zulüm gören,  evleri yakılan yıkılan ve göçe zorlanan  millet diğer taraftan İstanbul’da satılmak üzere kaçırılan küçücük kızlarının  çilesiyle boğuşmaktadır. Çaresizliklerin hangisini tercih etmek ister ki insan?  Tabi ki hiç birisini. Ama bazen kader zorlayıcı olur ve birisini reddetmek isterken hepsini kabul edip yaşamak zorunda kalabiliriz. Kafkasya’nın acılarla ve yaşam mücadelesiyle dolu tarihine yakın bir dokunuşla, yaşanmışlıkların aktarılmasıyla, tanıklık eden bir romanla ben de açtım gözlerimi.

Uzun adıyla “Bir Kadın Tanıdım Yaşarken SARE” . Bu roman Canan Doğu Demir’in ilk romanı.  Gerçekten kitabın adında geçtiği gibi, Canan Hanım, Sare’yi tanıyor hem de çok yakından. Bu yakın tanışıklığın ona mirası, Sare’nin hiç de kolay olmayan yaşamının, yazılmasını istemesi. Ve ona bu amaçla günlüğünü bırakması. İşte böylesi bir sorumlulukla çıkıyor Canan Hanım yola. Bilgi ve belgeleri, şahitlikleri, dinlediklerini, gördüklerini bir güzel harmanlıyor belli ki. Sonra bir roman yapıyor onlardan. Oldukça keyifli bir roman hem de…
Herkesin hayatı bir romandır aslında. Bunun içindir ki şu sözün doğruluk payı olduğuna inanırım ben. “Yazsam roman olur”. Aslında iş biraz da burada başlıyor. O yüzden sormak lazım kişiye “yazsan roman olur mu” diye. Çünkü “yazmak”tır burada işin özü. Öyle anı-romanlar vardır ki, roman olamamış. Canan  Hanım,  Sare’ye verdiği sözü tutarken, edebiyatı da üzmemiş, gönlünü almıştır. Sare’yle Canan Hanım arasındaki akrabalıktan ben söz etmeyeceğim. Okur bunu romanın sonunda kendisi öğrenecek nasıl olsa. Her şeyi devletten beklememek lazım değil mi?

Şimdi biraz romana uzanalım: Hatice köyünde koyunlarla oynarken evinden biraz uzaklaşır.  Bunun farkına vardığında ise artık tehlikenin içine düşmüştür. Oysa o da, tıpkı kırmızı başlıklı kız gibi, uyarılmıştır ama oyunlarının içinde yaşayan bir çocuktur sonuçta ve iplerin elinden kaçıp kaderin eline geçtiği an gelmiştir. Bir daha hiç oyun oynayamayacak ve birden bire büyümek zorunda kalacaktır.

Hatice’nin Kafkasya’dan kaçırılarak çıktığı yolculuk zorlu bir yolculuktur. Zorlu ve sonu belirsiz. O yaşlarda bir çocuk için fiziksel şartlar çok ağır, ruhsal yoksunluklar üst düzeydedir. Bu yolun sonunda sadece kaderin ona iyi niyeti ve karşılaşacağı insanların insafı düzeyinde huzur ve mutluluk bulacaktır. Dünyaya gelirken sahip olduğu aklı ve ailesinin ona verdiği yaşam becerisini üst düzeyde kullanarak şekillendirecektir  yaşamını artık.  İlk zamanlar hep kaçıp köyüne dönmek isteyecek, ardından bunun mümkün olmadığını kabullenip, yaşadığı yerdeki ev sahibinin onu köyüne göndermesinin hayalini kuracak ama bunun da imkansızlığını görüp vazgeçecektir yıllar içinde. Bu arada kızının hasretiyle yanıp tutuşan bir aile vardır hala koparıldığı yerde. Koca İstanbul demeden kızını aramaya çıkan bir baba.  Kaçırılan onca kız çocuğunun içinde benimkini nasıl bulurum demeden kapı kapı kızını arayan bir baba. Yıllar geçti ölü mü sağ mı demeden, umudunu kaybetmeden kızını arayan bir baba. Az sonra demeyeceğim ve tabi ki sonunu söylemeyeceğim. Çünkü okurun elinden o satırları okuduğunda hissedeceklerini çalmak istemem.

Hatice’nin İstanbul’a gelip kendine biçilen hayatları yaşamaya alışmasından sonra, yani bu geçen süre içinde Kafkasya'da zulümler iyice şiddetini artırmış, Müslüman halkın evleri barkları yakılıp yıkılmış ve insanlar göçe zorlanmıştır. Hatice yeni hayatında bu yurdundan sürülen bir çok insana İstanbul kapısı olacaktır. Tanıdık tanımadık bir sürü göçmenin İstanbul adresi olan Hatice’nin evinden saraya da bir cariye gidecektir.

Cariye demişken, malum, popüler kültürümüzün en vazgeçilmezleri arasına giren televizyon dizileri, bize neyi nasıl arzu ederse öyle anlatma ve kabul ettirme gücüne sahip günümüzde. Bunlardan biri de padişahla, paşalarla, sultanlarla, cariyelerle dolu koca bir harem resmi çiziyor ekranlarda.  Toplumun büyük bir kesimi tarafından beğenilen, takdir gören, hani bir mümkünü olsa taklit edilecek olan bu yaşam tarzı, gerçekten  bu kadar albenili, tutkulu ve özenilesi mi? Eğer tarihçilere inanacaksak değil. Ama her hafta ayrı bir duygu seliyle akmak dururken, kim ne yapsın tarihçileri değil mi? Çoluk çocuk diziliriz ekran karşısına, al sana, Osmanlı gelmiş evimize. Ne diye o tarihçinin bu tarihçinin anlattığıyla kafa yoralım şimdi, kaçıralım keyfimizi. Ama öyle değil tabi. Bir de gerçekler var. Tarihi kişilikler yazarın keyfine göre servis edilebiliyor topluma. Yazar hangi gözlüğü takarsa işte öyle. Ben de izleyenlerin, okuyanların yakın tarihi, dizilerden ve romanlardan öğrenmesini isterim. Ben de bir okur ve izler olarak bundan keyif alırım ve bunu desteklerim. Çünkü bu yöntem gerçekten  eğlenceli, kolay ve çabuktur. Ve buna verilecek örnek de ülkemizin geçmişinde ve halen tüm dünyada boldur. Ama bugün malesef bu konuda kısırlık gündemde. Her konu da olduğu gibi.

Tarihi olayların akılcı ve o güne uygun bir kurguyla şekillenerek ve belli bir  dil lezzetiyle kaleme alınması tadına doyulmaz bir keyif verir. Ve insanın hem belleğinde hem de ruhunda izler bırakır. “Sare” okuru,  saray hayatına, hareme, padişahın eşlerinden biri olma haline anılar üzerinden bakıyor burada.

Hatice’yle başlayan roman, torunu Sare’nin ölümüne dek sürecek olan uzun bir zamana yayılır. Kafkasya’dan kopan bu insanların öykülerinin büyük bir kısmı Türkiye’de geçer. Bu uzun zaman diliminde de kudurmuş devletlerin çıkardığı dünya savaşı, paylaşılmak için çırpınılan Osmanlı İmparatorluğu, kurtuluş savaşı, imparatorluğun kaçınılmaz çöküşü ve yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu vardır. Savaşlar, acılar, yokluklar, erken yaşanan kayıplar kaçınılmaz olarak üzüntü verirken, insanların hayatta kalma savaşının içinde acıların çabuklukla sağaltılması gereği de ayrıca okur olarak beni derinden etkiledi.  Ve de çok düşündürdü… Bugün düşündüğümde katlanılamaz diyebileceğim acılar yaşayan insanların o günün olumsuz koşullarının dayatmasıyla ayağa kalkması ve hayatına olduğu yerden devam etmesi, insan denen varlığın gücü konusunda beni şaşkınlığa uğrattı çoğu yerde.  Özellikle savaşların toplumlar üzerindeki  yıkıcı etkisine bir kere daha tanıklık ettim “Sare”’yle. Çünkü savaşların yıkıcı etkileri sadece savaşan ülkeler için değil, tüm dünya için kötü ve acımasız. 2. Dünya Savaşı’na girmeyen Türkiye Cumhuriyeti, o yıllar boyunca savaşın soluğunu ensesinde hissederek ve korku içinde yaşayacaktır. Tüm ülke için olduğu gibi Sare ve ailesi için de zor günler kapıdadır bu yıllarda.

Sare de Hatice gibi sevgi dolu bir yuvaya doğan mutlu bir çocuktur. Ama ne yazık ki onun da mutluluğu çok kısa sürecektir. Kaderin kurguları insan aklının alamayacağı ve çoğu zaman da kabullenemeyeceği şekildedir ne yazık ki. Kötü günler başladığında Sare, henüz küçük bir kız çocuğudur. Anne ve babasını kaybeder.  Ve torununa hayatı boyunca her koşulda sahip çıkmaya çalışacak olanın  Hatice, Sare’nin tek dayanağıdır. Onun hayatının üzüntülü durakları çok olacaktır ama taparcasına sevdiği çocukları ve tutkulu aşkı ona tüm üzüntüleri göğüsleme gücü verecektir hep.   Hayatın semalarında uçmayı bilirken çamurlu yollarında da yürümeyi öğrenecektir.  Konak hayatından kira odasına uzanan yaşamında  her duruma uyum sağlayacak ama hiçbir durumda onurundan vazgeçmeyecektir.

Evet, hüzünlü bir roman bu. Yaklaşık yüzyıllık bir hikaye anlatılan. Ve bu sürede tarihi olayları fonda veren yazar, sosyal yaşamın olgularına da değiniyor. Bunu bilinçli olarak yapıp yapmadığını bilmiyorum ama roman bize o zaman ki yaşam tarzlarını da öyküleri kurarken aktarıyor. Konak hayatından başlayıp yavaş yavaş halkın yaşadığı mahallelere doğru bir gözlem yapmak mümkün. Bu da romanın başka bir tarafı.
 
Bazen insan, üzerine bir battaniye alıp şöyle bir uzanmak ister ya hani, benim için bazı romanlar öyledir. Sıcacık bir battaniye gibi… Sığınma potansiyeli olan, beni kendi  gerçeklerimden uzaklaştıran, başka yere ve zamana götürenler… “Sare” onlardan biri. Keyifle okudum…

Okumak isteyenler çok şanslı roman İdefix’de indirimli.

Sare-Bir Kadın Tanıdım Yaşarken, Roman, Canan Doğu Demir, Arkeoloji Ve Sanat Yayınları, 474 s., 2011

10 Aralık 2012 Pazartesi

BİR FİNCAN TÜRK KAHVESİNİN KÖPÜĞÜNDE



O zamanlar dünya başka türlü dönerdi. İklimler başkaydı.

Sokakta çocuklar top koşturur, çamurlarda yuvarlanırlardı. Ozon delinmemiş GDO icad edilmemişti. Mahalleler küçük insanlar büyüktü. Denizde balık bol toprakta verim çoktu. Balıklar suda nefes alıyor, bitkiler güneş ve yağmurla toprakta yeşerip büyüyorlardı. Develer tellal pireler berber değildi belki ama beşikler tıngır mıngır sallanıyordu. Bu mahallelerin birinde yaşadım ben çocukken. Denizden başlayan yolu, arnavut kaldırımlarıyla döşenmiş bir yokuşun başındaki bir mahallede. Hastalığın sağlığın, doğumun ölümün, düğünün cenazenin paylaşıldığı bir mahallede. Yaşlılar evde oturur, erkekler işe gider, kadınlar evdeki işlerini bitirir gezerler, çocuklar sokakta oynarlardı. Kimlik, alt kimlik, üst kimlik, yan kimlik gibi kavramların bilinmediği, günlük yaşamın kelime dağarcığına girmediği o zamanlar da küçücük bir mahalleydik ama çok kalabalıktık aslında.


Bu mahallede dinleri farklı komşularımız da vardı. Mahallenin bolluk bereketi, keyfi eğlencesi, zenginliği ikiye katlanırdı. Çünkü birbirinin gelenek göreneklerini kabul edip benimsemiş, kutlamalarını, nezaket gereğinin ötesinde bir anlamla, bütünleştirmiş bir mahallenin insanlarıydı bizim büyüklerimiz. Diyelim, onların bayramlarında bizim evde yumurtalar kırmızıya boyanır, bizim bayramlarımızda onlar gelip büyüklerimizin elini öperlerdi.

Yani öyle bir karışımdı bizim mahalle. Havanın oksijen ve hidrojen karışımı olması kadar doğal, net ve eski.

O zamanlar ne bileyim, mesela, Amerika uzak bir ülke miydi, derin devlet icat edilmemiş bir kurgu muydu? Bilmiyorum.

İnsanların dünyası iki partinin etrafında döner dururdu. Bizim büyüklerimiz bu iki partinin etrafında konuşur, tartışır, gülüşürdü. Bu partilerden birine oy vermiş olmak diğerini yok etmeyi gerektirmezdi. Oy verme yerleri bir dört duvardan ibaret gizlilik içerse de, herkes günlük siyasi konuşmalardan kimin ne oy verdiğini açıkça bilirdi.  Öyle akşamdan sabaha hatta dünden yarına hatta geçen aydan gelecek aya siyasi görüş değişmezdi. Bana o çocuk halimle sorsalardı, mesela, ben bilirdim. Komşumuzun, akrabamızın, aile dostumuzun partisini. Sormazlardı tabi, o  günlerde çocuklar büyüklerin işine karışmazdı. Büyüklerin işlerinin sınırını belirlemek de hep büyüklerin işiydi. Nerede başlar nerede biter çocuklar asla anlamazdı. 

Dedim ya iklimler başkaydı diye. Günler daha uzun geceler daha da uzundu. Bir güne sığmayan iş yoktu mesela. Her şey sakin ve yavaş akardı. İnsanların durmaya, düşünmeye, bakmaya, görmeye, gülmeye, konuşmaya, paylaşmaya, sevmeye daha çok zamanı vardı. İzafiyet teorisi güncel belleğin yaşam tanımında bir başlık değildi. “Bugün nasıl akşam oldu” ya da “zaman da ne çabuk geçti” gibi cümleler kurulmazdı. Herkes günün nasıl akşama vardığını anlardı. Anneler çocuklarına, ezan okundu artık eve gel, derlerdi. Namazda gözleri olduğundan değil zamanı anlatmak için. Gözü olan da vardı mutlaka. Yaşlılar namaz kılardı. Gençlerin arasında da kılanlar vardıysa da kimlerdi bilmem. Çünkü kimse kimsenin namazıyla orucuyla uğraşmazdı. Uğraşmaya kalkan da hoş karşılanmazdı.  Namazını kılan orucunu tutan da kimsenin gözüne sokmazdı.  Mahallenin kendi kendini koruyan bir emniyet ve güvenlik sistemi vardı. Bu sistemin adı da duyarlılıktı.

Duyarlılık, bir eğitim meselesi mi? Nasıl oluşumların sonucunda edinilir? Bilgelik mi, görgü mü, edinilmiş bir davranış mı? O zamanlar var olan ama adı konulmamış bir durum mu? Bu günlere ulaşamayan bir duygu türü mü? GDO’lu insanın oluşum aşamasında yok olan bir şey mi? Yoksa kullanılmadıkları için yok olmaya başlayan yirmilik dişlerimiz gibi mi?

Büyükannem ve çağdaşları cahildiler ama duyarlıydılar. Nasıl cahildiler, diyelim, okuma yazma bilmezlerdi. Ama hepsinin bir uğraşı vardı. Bol olan zamanlarını el işleriyle verimli halde kullanırlardı. Okuma yazma bilmeden, doğru dürüst sayı sayamadan, örgü, dantel, oya gibi temeli saymaya dayalı işleri kotarmaları bana hala tuhaf gelir. Bunun dışında anneleri gezmedeyken torunlarına bakar, birbirlerini ziyaret edip sohbet ederlerdi. Ve yaşdaşları erkekler gibi türk kahvesi içerlerdi. O günlerden kalma olsa gerek bende, türk kahveli sohbetler, kısa sürede yaşanan derin ilişkilerin nezaketle şekillenişini anlatır.

Yağmurlu ve soğuk bir kasaba gününde sobayla ısınan geniş bir mutfakta, soba yandığına göre mevsim kışa dönmüş olmalı, büyükannem bir arkadaşı ve farklı dinden olan bir komşumuz  sohbet ediyordu. Ben de okuldan yeni gelmiş, sobanın yanına kedi misali kıvrılmış, bu sakin sohbeti kendime ninni etmiş bir yerde, uykuyla uyanıklık arasındaki o muhteşem boşlukta süzülüyordum. Bildik sesler, bildik sözler, bildik konuların oluşturduğu sohbet, alışkanlıkların her zaman güvenli, ortamında bir çeşit huzurdu yaşadığım. Taa ki bu bildik akış bozulana kadar. Alışkın olmadığım cümleler kulağıma çarpıncaya kadar.

Büyükannemin arkadaşı, farklı dinden olan komşumuza “çok iyisin çok hoşsun bir de müslüman olsan” diyene kadar. Korkmuş muydum, şaşırmış mıydım bilmiyorum ama çok utandığımı iyi biliyorum. Ben niye utanmıştım? Küçücük bir çocuktum. Ama utanmıştım. Sessiz kaldı herkes. Büyükannemin “tövbe tövbe, bu da nereden çıktı şimdi”si çalındı kulağıma. Şaşkındı belli. Gayri müslim komşumuz birkaç sözle geçiştirdi durumu ama sohbet fazla uzamadı.  Gitti. Büyükannemle arkadaşı  baş başa kaldılar. Büyükannem arkadaşını “komşusunun kalbini kırdığı için” azarladı. Herkesin dininin kendini ilgilendirdiğini, onların bizim yıllardır iyi birer komşumuz olduklarını ve yaptığının çok kötü bir şey olduğunu ona söyledi. Anladım ki o da çok utanmıştı. Arkadaşı kendini, öylesine ağzından çıkıverdiğini, kötü bir niyeti olmadığını, söyleyerek savundu. O da hatasını anlamıştı ve komşusunun gönlünü alacağına dair büyükanneme söz verdi. Rahatım kaçmıştı, “muhteşem boşluk”tan düşmüştüm. 

Dedim ya işte, dünya farklı dönüyordu. Çocuklar beşikte sallanıyordu ama insanlar ayakta uyumuyordu. Her şeye isim koymasalar bile adı konmuş şeyleri de bir çırpıda silip atmazlardı. Komşuluk, arkadaşlık, dosluk, akrabalık pi sayısı kadar değişmez ve tekdi. Mahallede çevresi 2 pi r olan dünyayı dolaşmak hayal, master doktora nadir bulunur derecelerdi ama 2 çarpı 2’yi bilmeden oya işleyen, renk renk motifler döktüren yaşlılar saygıyı, sevgiyi, kardeşliği korurlardı.

Sonra dünyanın o başka türlü dönüşü kimseyi ilgilendirmez oldu. Herkes kendi yarattığı bireysel dünyasının nasıl döndüğüyle ilgilendi. Hatta kimileri bunu yegane bir zevke kimileri de tapınma aracına dönüştürdü.

Duyarlılık, karşılıklı içilen bir fincan türk kahvesinin köpüğünde saklı geçmiş bir düş, bir masal oldu.

Gökten üç elma da düşürmek isterdim ama artık düşse de kimse inanmaz. Hem de hiç kimse. Çocuklar bile.